Tolstoy'da böyle hisseder miydi acaba etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Orospu Hayat



           Köhne bir barda oturuyorduk. Kaçıncı biraydi hatırlamıyorum; kafam kıvamına gelmişti. Yanımda oturup sözde bana eşlik eden piç kurusu, yalaka, bedavacı itin tekiydi. Hiç sevmezdim ama yalnız içmek istemediğim zamanlarda onu çağırırdım. Zira öyle zamanlarda köpek gibi içer, içkiyi sünger gibi çekerdim. Böyle zamanlarda, bu piçten başkası bana katlanamazdı. İki bira ismarladiğin zaman, gözünün önünde manitasını becersen oturur izlerdi, orospu çocuğu.
            
           Aslında bu tür piçlerden hiç haz etmezdim. Onu yanımda tutmamın tek sebebi, bana tahammül edebiliyor olmasıydı. Ona sorsanız yazdıklarımı çok seviyor, benim gibi bir yazar-şairle yanyana olmak, onun için gurur vericiydi. Yalancı piç, bir kitabımı bile okudumu acaba gercekten; neyse bunu ona hiç sormadığımı hatırladım. Kendime not; en kısa sürede bunu ona sormalıyım, gerçi çokta umurumda değil ya, çükümün hayranı.
            
           Biz piçle içerken, bara bir hatun girdi. Uzun kumral saçları vardı, göğüsleri iriceydi, incecik beli ve geniş, oval kalçaları. O an orada, üzerine atlayıp onu becermek istedigimi düşünürken yakaladım kendimi. Mini etekte yırtmaç ne seksi duruyordu öyle. Yok öyle böyle becermek istemiyordum; hayvan gibi tecavüz etmek, onu bağırtmak istiyordum. Ben bunları düşünürken koca burunlu hatun doğruca bizim masaya gelmişti. Onun hakkında kurduğum fanteziyi duysa ne derdi acaba diye düşündüm. İyi de, bizim masada ne işi vardı ki? Bir an gözlerimiz takıldı. Yılışık bir gülümseme oturdu yüzüne, sonra yanımdaki piçe dönüp elini uzattı.

"-Ne haber Serdar? Nasılsın?"

           Serdar ayağa kalktı, tokalaştılar. Piç kızın yanaklarından öperken adeta yaladı kızı. Bir an kıskanıp sinirlendim.

"-İyi be bebeğim! Sen Nasılsın?"  Dedi, kızın cevabını beklemeden;

"-Bak sana bahsettiğim yazar abim. Çok samimiyiz kendisiyle. Tanıştırayım; ................  nam-ı diğer; .......... Abi bu da Yeliz."

           Tanıştığımıza memnun olmuşmuyduk hatırlamıyorum. Sanırım kuru bir tokalaşmadan öteye geçememiştik. Yalnız ben hem şaşırmış, hem sinirlenmiştim. İt herif gene benim adımla pirim yapıyordu. Ama tecavüz edebileceğim hatunla beni tanıştırması hoşuma gitmişti. Kız hemen yanımdaki sandalyeye oturdu ve iyice bana sokuldu.

"-............ abi senin bir kitabını alıp Yeliz'e hediye etmiştim. Okumuş, bayılmış. Değil mi Yeliz? Sonra seni tanıdığımı söylediğimde; beni de tanıştırır mısın dedi. Haksız mıyım Yeliz?"

           Manyak adam; kıza hem soruyor, hem de yanıtlamasına fırsat vermiyordu. O sırada masaya gelen garson geçici süre susmasını sağladı. Yeliz'de bir bira söyledi. Ben hala adının Yeliz olduğunu öğrendiğim bu hatunu, o an masaya yüzü koyun dayayıp, arkasına geçip tecavüz etmenin nasıl olacağını düşünüyordum. O kalçaları tokatladığımı ve sert hareketlerle gidip geldiğimi. Onun nasıl çığlıklar atabileceğini düşünüp hayal etmeğe çalışıyordum. 

"-Şerefinize .........bey, sizi tanımak benim için büyük bir onur."

           Kızın güzel bir sesi vardı. Kalçaları gibi. tecavüz ederken ne derdi acaba; küfür mü ederdi? Kaçamaya mı çalışırdı? 

"-Şerefinize Yeliz hanım. Sizin gibi hoş ve kibar bir hanımefendiyi tanımakta benim için gurur verici."

           Yüzlerimizde sahte gülüşlerle bira bardaklarımızı tokuşturduk. Çıkan ses, ona tecavüz ederken, bedenlerimizden çıkacak sesi anımsattı. Ne kadar yavşak insanlarız diye geçirdim içimden. Piç, biradan her yudum aldığında, neden ağzını şapırdatıyordu ki? Fırlayıp, suratının ortasına kallavi bir kafa darbesi indirmeyi istiyorum. Kendimi zor tutuyordum. Ben bu kıza neden tecavüz etme isteğiyle doldum ki?

           Bir an hepimiz susuyoruz. Gözlerim barın içinde geziniyor. İçerideki herkesin alnında kocaman orospu çocuğu yazıyor sanki. Köşede oturan kadın, çıtır erkek düşkünü. Her hafta bir çıtırla geliyor buraya. Belki de, jigolo servisinden alıyordur onları. Şu piç kurusu olmasa adımımı bile atmayacağım bu bar ortamlarına ama beni sürükleyip getiriyor. Benim içmem için mekan önemli değil ki. Beyimizin kıçı bar sandalyesinden başkasında rahat etmiyor. Hatun, çıtırın dudaklarını vantuz gibi somuruyor. Acaba, kocası hangi orospuyu beceriyordur şu an. Kocasıyla sevişirken, bu çıtırların kendisini nasıl becerdiğini anlatıyor mu acaba? Ya da hayal mi ediyor? Kesin anlatıyordur. Kocası da, yatağa attığı üniversiteli çıtır orospuları nasıl becerdiğini ona, tatbiki olarak gösteriyordur.

            Onların biraz berisinde, icra dairesinde çalışan bir piç vardı. Gene, icradan düşürdüğü bir hatunu, yatağa atmanın yollarını deniyordu kesin. İcralık olan hatunlar, ona bir kere verdimi, bütün işleri halloluyordu.

            Barmen esrarkeş piçin tekiydi. Bara giren her garson kıza, önce esrar çektiriyor, sonra tuvalette beceriyordu. Onu hiç ayık görememiştim. İşe girerken, kalınca cıgaralık sarar; onunla güzelce dumanlanır, sonra da bardaki bulduğu her içkiyle sulandırırdı. Beynide iyice sulanmıştı. Bence onun kafasındaki beyin iyice sıvılaşmıştı. Ne konuştuğunu anlamak için büyücü olmak lazımdı. Yakında sulanmış beyni, gözlerinden fışkıracak ya da, burun deliklerinden akacak; kafatası iyice boşalacaktı. 

           Yeliz'e tecavüz ederken çok mu zevkli boşalırdım acaba? Vücudumun her hücresi titreyerek, ruhumda hissederek. Masturbasyon yapıyor mudur acaba? Serdar'la sohbete dalmışlardı, ben de tecavüze. Birden bana döndü ve;

"-Yazmak sizin için nasıl dir duygu?" Diye soruverdi. 

           Ne kabız bir karı ya! Sana tecavüz ederken, senin hissedeceklerin gibi.

"-Masturbasyon yapmak gibi!" Dedim. 

           Dedim ama hatundan öyle bir kahkaha koptu ki, bardaki herkes bize doğru tuhaf gözlerle baktılar. Sanırsınız ki, Erciyes'ten çığ düştü. Hoşuna gitmişti. Bizim avam tabakasının erkeklerinin tuhaf bir yaşam felsefesi vardır; "Bu hayat iki şeyin üstüne kuruludur; birincisi tıkınmak, ikincisi düzüşmek. Gerisi yalan!" İyi de öbür yaptıkların ne olacak et kafa. İşemeden ne kadar düzüşebilirsin ki?

            Masadan kalkıyorum. Helaya gideceğimi söylüyorum. Ayağa kalkar kalkmaz sallanıyorum ve kızın üstüne doğru kapaklanıyorum. Elim göğüslerine gidiyor. Belki de kasıtlı yapıyorum. Göğüsleri, göründükleri kadar dolgun ve sertti. Ben bu kızı düzmeliyim. Yok yok tecavüz daha zevkli olur. Doğrulup helaya gidiyorum. Memelerinin sertliğini hala hissediyorum. ben bir hayvanım. Kadınlarda yatakta bu hayvanlığımı seviyorlar ya zaten. Her orgazmdan sonra, sırıtarak sigarayı tellendirirken;

"-Hayvanın tekisin sen!" Diyorlar ya!

           Heladan döndükten sonra, köşede oturan hatunla göz göze geliyoruz. Bakışlarında tuhaf bir tiksinti görüyorum, hatta küçümseme. "Orospu!" diye geçiriyorum içimden. Sonra kıza bakıyorum. tatlı bir gülümsemesi var. Hoşlanıyorum.

            Biralarımızı bitirip, üçümüzde kalkıyoruz. saat oldukça ilerlemiş. Kaç içki içtik bilmiyorum. Hesabı ısrarla hatun kişi ödüyor. Benimle tanışmanın şerefineymiş.

            Bardan çıktıktan sonra, açılmak için biraz yürüyoruz. sokaklar bomboş. Sokak hayvanlarını saymazsak tabi. Onların bile bizden daha çok onurlu yaşadıklarını düşünüyorum. En azından, onlar birbirilerine tecavüz etmiyorlar. Ya da doğanın gerçeği buydu; bütün hayvanlar tecavüz etmeliler. Hiç düzüşmeseydik keşke. Çocuk yapmak için göbeklerimizi birbirine sürtmemiz yeterli olsaydı (bir yerde böyle bir şey okumuştum. Yeni evli bir çiftin komik eylemliliği). Hiçbir problem olmazdı o zaman. 

            Serdar müsade istiyor. Taksi çevirip gidiyor. Yeliz başıma kalıyor. Bana;

"-Bana gidelim, birer kahve içelim, hem de kitabınızı benim için imzalarsınız diyor. "

            Kadın beni yatağa atmayı kafaya koymuş; şu an planını hayata geçiriyor; diye geçti aklımdan. Sakın o da bana tecavüz etmeyi istiyor olmasın?

           İkimize de orta kahve yaptı; o aralık nasıl yaptı bilmiyorum, kıyafetini değiştirmiş, kalçalarına oturan, bacaklarının güzelliğini olduğu gibi ortaya saran bir şort, üstüne göğüslerini bütün güzelliğiyle sergileyen, aynı zamanda düz pürüzsüz teniyle, sırtınıda gözlerime sokan elbise giymişti. Gözlerimi ondan alamıyordum. Kahveleri içtik,y fincanları sehpaya koymamızla, hatunun üstüme atılması bir oldu. Kadın öpmüyor, adeta kemiriyordu dudaklarımı. Kucağımda kalcaları durmuyor, yılan gibi kıranıyor, kerkiniyordu. Ben şaşkın haldeydim. Ansızın yakalanmıştım. 

           O kucağımda kıvranıp, kerkinirken benim ellerim iki yana düşmüştü. Bir elimi tutup kalçasına, diğerini göğsüne koydu ve bastırdı. Memelerinin sıcaklığı tenimden içime öyle hızlı aktı ki; bir anda bende adrenalin tavan yaptı. O andan sonra bende koptum. Ne zaman soyunduk; kanepede ne kadar seviştik; hangi ara yatağa geçtik, kaç saat düzüştük; hiçbir ayrıntıyı hatırlamıyorum. İkimiz de halsiz şekilde uykuya dalmışız.

           Sabah ilk uyanan o olmuştu. Bir yandan vücudumu okşayarak, bir yandan şapır şupur öperek beni uyandırdı. Gözlerimin açıldığını gördüğünde.

"-Müthişti. Uzun zamandır böyle bir düzüşme yaşamamıştım. Hayvan gibi, defalarca becerdin beni dedi..."   



şiiradamı -  6/10/12

 


Psikosomatik Sosyopat

       

          Bazı geceler kendimi koskoca alemde yalnız sanırım.

          Tolstoy'da böyle hisseder miydi acaba, Dostoyevski, Balzac, Chehov ve diğerleri. O romanları yazarken, yalnızlıklarından mı esinlenmişlerdir acaba? Peki benim yalnızlığım neden böylesine kara cahil. Hep karanlığını seriyor üzerime...

          Büyülü sözcükleri bir araya getirip, yürek yakan cümleler kurmak isterdim bende. İşte o zaman, bana ve yalnızlığıma dökülen yaşlar çoğalırdı. Kendi egomu daha çok pohpohlardım. Acaba, büyük yazarlar da böyle mi hissediyordu?

          Kurduğum her sözcükte bir ömre atıf yapıp; "bak, senin yaşadıklarını ben çok iyi biliyorum!" der gibi böbürlenmek isterdim. Bir sevinci anlatırken önce göklere çıkarabilmeyi, sonrasında onu çivi gibi yere çakmayı; bir aşkın büyüsünden bahsederken, birde ne kadar çirkef olduğunu anlatmayı; bir kahraman yaratıp, insanların içinde parmakla gösterilen birisi olmasını sağlayıp, kendi içinde iğrenç kişiliğinin kan emiciliğini anlatabilmeyi.

          Ne güzel olurdu, insanları kelimelerle sevindirip, kelimelerle hüzünlendirmek. Bütün sevinç kaynaklarını üç beş satıra bağlamalarını sağlamak. Ya da psikosomatik yanlarını bir bir deşifre etmek. Okuyan "bu adam beni nereden tanıyor?" düşündürmek. Yoksa ben yazım fenomenliğinin sosyopatı mıyım? şiiradamı

Son Kurgu... (korku hikayesi - bölüm 1)

Karanlığın kollarında bedeninizi saran içsel korkulara mahkum oldunuz mu?
Metro tıka-basa doluydu. Akşam, iş çıkışı saatleri olduğu için, ayağınızın ucunu göremeyeceğiniz bir kalabalık vardı. Delice akan bir insan seliydi bu. Metro vagonunun içini dolduran insanlardan yayılan türlü kokular burnuna hücum ediyordu sanki; ter kokuları, ağız kokuları; parfüm kokuları. Tam bir karışım, karmaşa artık ne derseniz... Bindiği vagonun orta yerinde bulunan tutunma direğine tutunmuş, metronun yarattığı hafif sallantıyı bedeninde hissetmeye çalışıyordu. Tabanlarından başlayıp, saç tellerine kadar dalga halinde yayılan bir histi bu ve sanki onu rahatlatıyordu. Kokular yeniden dikkatini çekti. Önüne eğdiği başını tekrar kaldırıp çevresine göz gezdirdi. Bir yığın insan çevresini kuşatmıştı. Hepsinin gözlerinde ayrı anlamlar taşıyan bakışlar vardı. Onlara bakışı ne tiksinti şeklindeydi, ne nefret, ne de sevgi. Nasıl bir şey olduğunu o da bilmiyordu. Sadece onların varlığını hissediyordu. Sanki o insanların ayaklarının altında ağırlıklarını çeken vagon kendisiymiş gibi.

                              Tekrar başını önüne eğdi. Aylardır beynini kemiren, uykularını parçalara ayıran kabuslarını düşünmeye başlamıştı. Her seferinde kan ter içinde, gözlerinde ve yüreğinde nefret dolu şekilde uyandıran kabuslar. Gördüklerine ne kendisi bir anlam verebiliyor, ne de bir başkasına anlatabiliyordu. Bütün yaşadıklarını kendi içinde taşımak ise ayrı bir ağırlık, acı veriyordu ona. Kaç aydır bölük pörçük uykulara mahkum olduğunu bile unutmuştu. Derin düşüncelerden, duyuru sisteminden ineceği durağın adı anons edilince sıyrıldı. Metro tam durup, kapıları açılmadan önce tekrar çevresine bakındı, o insan yığını içinde atan kalplerin sesleri bir an kulaklarını doldurdu. O yığını oluşturan insanların ruhlarının, ne tür pisliklere bulaştığını, ne yaralar taşıdıklarını düşündü bir an. Herkesin ayrı bir hikayesi vardı. Keşke hepsini bilebilseydi... Metro durdu, kapılar açıldı, yüzüne çarpan temiz havayı içine çekerek indi metrodan.

                             Etrafını koyu bir karanlık kaplamıştı. Bütün karanlığa rağmen o, karanlığı delen bakışlarıyla çevresindeki her şeyi gayet kolay görebildiğini anladı, şaşırdı. Çevresi bir yığın insanla doluydu ve hepsi de çırılçıplaktı. Kokularını aldı hem de daha keskin bir biçimde. Metroda aldığı kokuların daha keskiniydi sanki bu kokular. Çevresini saran aciz bakışlı çıplak insanlara göz gezdirdi tekrar. Hafif bir acı parmaklarını sardı. Parmaklarına baktığında şaşkınlığı iki katına çıkmıştı. Tırnakları jilet keskinliğinde keskinleşerek uzuyordu. Ağzında da hafif sızı hissetti. Dişleri çenesini zorluyordu sanki. Kontrol ettiğinde köpek dişlerinin daha çok sivrildiğini, büyüdüğünü, diğer dişlerininde daha keskinleştiğini anladı. Karnına hafiften bir açlık hissi girmeye başlamıştı ve bedeninde hafif bir titreme oluşmaya başlamıştı. Bir anda çevresindeki insanların yaydığı kokular silinmiş, ağır bir kan kokusu almaya başlamıştı. Gözlerinin beyazı kızarmaya başlarken, açlık hissi büyümeye devam ediyordu. Hissettiklerinden korku duymaya başlamıştı ama bir şekilde açlık hissini yoketmeliydi. Çevresini saran insanlar onun için bir insan gibi görünmekten çıkmış, birer yiyecek halini almışlardı sanki. Çok acıkmıştı ve tuhaf şekilde canı kan istiyordu. Gözleri daha çok kızardı ve parladı. Çevresini saran insanlar daha çok korkuyla birbirlerine sarıldılar. O vahşi bir hayvana dönüşmüştü. Çevresini saranlar onun için artık insan değil, birer yiyecektiler. Avlanacak yiyeceklerdi. Birden önüne çıkan ilk insana saldırdı; tırnaklarını göğüs kafesine geçirirken, boynundan kocaman bir parça et kopardı. Isırdığı yerden su gibi kan akıyordu; kanı bir süre emdi. Daha sonra diğerlerine yöneldi. Öyle hızlı şekilde onları parçalıyor ve yiyordu ki; dakikalar içinde çevresindekilerin hepsi ceset yığını haline gelmiş, kendisi ise kan içinde kalmıştı. Adeta bedenini kanla boyamıştı. İçindeki açlık hissi yatıştığı anda vücudu eski halini almıştı ki, gerçekleri kendi normal gözleriyle görünce vahşete düşmüştü. Ellerine, yüzüne, bedenine bulaşan kanları farkettiği anda ağzından kocaman bir çığlık koptu.

                                  Kan ter içinde uykusundan fırladı. Ağzında odayı dolduran çığlık uykusundan uyanmasına sebep olmuştu. Bütün bedeni titriyordu. Korkudan mı adrenalinden mi bilmiyordu ama, karlar arasında çırılçıplak kalmış gibi titriyor, dişleri birbirine vuruyordu. Saat sabaha karşı 4'e geliyordu. Bu andan itibaren uyuyamayacağını çok iyi biliyordu. Kalktı, duşa girdi. Serin bir duş alıp kendine gelmeye çalıştı. Duştan çıktıktan sonra kendine bir kahve yaptı ve kanepeye oturdu. Gözleri tam karşısında duran, çözemediği, anlayamadığı, bir sahafta görüp aldığı tabloya takıldı yeniden. O tabloyu aldığından beri hayatı alt üst olmuştu, bunu biliyordu ama, o tabloyu ne oradan indirebiliyor, ne dokunabiliyordu. Tablo onu adeta etkisi altına almıştı. Karmaşık, fitüristik figürler ve imgelerle dolu bir tabloydu. Bakan gözlerini ayıramıyordu tablodan. Nasıl bir şeyin parçası olduğuna, bir türlü anlam veremiyordu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

                                  Gecenin geç saatleriydi ve şehrin boş, karanlık sokaklarında tek başına yürüyordu. O gece uyumamıştı, daha doğrusu uyuyamamıştı. İçinde büyüyen sıkıntıdan kurtulmak için kendini şehrin sokaklarına atmıştı. Tek başına nereye varacağını bilmediği bir yolda yürüyordu; ulaşmak istediği tek şey huzurdu; sadece bunu biliyordu. Bomboş sokakta yürürken, ileriden kendisine doğru gelmekte olan bir gölgeyi farketti. Kendisini yolun sağına doğru attı, gelen kişi tam yolun ortasından, sallanarak geliyordu ve sarhoş olduğu yürüyüşünden anlaşılabiliyordu. Karşıdan gelen kişiyle aralarındaki mesafe azaldıkça, kabuslarındaki hisleri yaşamaya başladığını farketti. Parmaklarında ve dişlerindeki sızılar. Vücudu değişiyor, içini kemiren bir açlık hissi büyüyordu. Kaşlarının altından, karşıdan gelen kişiye baktı. Genç bir kızdı. Zil zurna sarhoş olmuş, ayakta zor duran bir hali vardı. İyice yaklaşmışlardı ve adamın açlık hissi devasa boyuta ulaşmıştı; burnunda keskin bir kan kokusu vardı. Tırnakları ve dişleri uzamış, keskinleşmişti; kız daha çok yaklaşmıştı. Adamın içinde kızın üzerine atlayıp, kanının tadına bakmak için karşı konulmaz bir arzu oluşmuştu. Onu yemek, etinin, kanının tadını damağında, dilinde hissetmek istiyordu. Düşlerinde yaşadığı gerçek oluyordu ama, buna engel olamıyordu. Kendini tutup, kıza birşey yapmadan, yanından geçip gitmeyi düşünürken, kız ona doğru yönelip ateşi olup olmadığını sorma hatasını yapmıştı ve olan olmuştu. Adam kendine geldiğinde, kız kanı emilmiş, vücudu parçalanmış, etleri yenilmiş bir ceset olarak yere yığılmıştı. Adam kanlar içindeydi. Ağzından kan kalıntıları sızıyordu. Damağında tuhaf bir tat kalmıştı. Açlık hissi yokolmuş, bedenindeki titreme kalmamıştı. Ne yaptığını anladığında iş işten geçmişti. O bir canavara dönüşmüştü. Hemde insan etiyle, kanıyla beslenen bir canavar.

                                      Hızla evine gelmişti. Duş alıp, vücuduna bulaşan kanlardan kurtuldu. Kan bulaşan elbiselerini çıkardı, bir torbaya koydu, çöpe atıp yakmayı planlıyordu. Onca kabusun sonucu muydu, yoksa tablonun kötü bir yanılsaması mı hayatına hükmediyordu? O neye dönüşmüştü?  Sabah işe gitme saati gelmişti. Dışarıya çıktı, elindeki poşeti bir çöp konteynerinin içine attı ve ateşe verdi. Bunları yaparken çevresini dikkatlice gözlüyordu, kimsenin onu görmemesini istiyordu. Poşeti yaktıktan sonra hızla konteynerden uzaklaştı ve her sabah yaptığı gibi, işe gitmek için metroya binmek üzere, istasyona vardı.

                                      İş yerine vardığında televizyonda sabah haberleri vardı. Haberlerde, vahşice parçalanmış bir kadın cesedinin bulunduğu haberini veriyordu. Bir an televizyona baktı ve doğruca çalışmak için kendi bölümüne yöneldi. (...bölüm sonu...)
şiiradamı