şiir nasıl yazılır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Öylesine


ÖYLESİNE

Öyle bir zamandı ki bu; ellerin kutup ayazında buz keserdi. 

Gözlerinde terkedilmiş çocukların masumiyeti dururdu. Hayata anlam katmak için bakardın hep; yalnız yürümenin, birisiyle yürümekle arasındaki farkı anlatırdın. "Birlikte yürüdüğün kişiyle adımların aynı olmalı!" derdin. 

Yalnızlığa gömülmek acıdır, en basitinden sevmeyi bilmeli insanlar.


Terkedilmiş olan kelimelerden oluşturulmuş cümleler arasına sıkışıp kalmamalıyız. Hayatımıza yeni bir anlam yüklemek adına; pırıl pırıl kelimelerle konuşmayı becerebilmeliyiz. Bazen de hiç eskimeyen kelimeler kullanmalıyız; "gülümsemek" gibi, "mutluluk" gibi, "sevmek" gibi.

Acıların tufanına dur diyebilmektir aslında mutlu yaşamak.

İnsan güne, kendine "günaydın" diyerek başlayabilmeli. Kendisiyle başlamalı her güne. İvediyle uyunmuş bir uykunun artığı gibi yatakta bırakmamalı kendisini. Gözleri açıldığı anda yeni güne; ruhu da açılmalı. Evden çıkmak ızdırap olmamalı.

"Her yeni güne, taze bir günebakan gibi başlamalı insan" derdin...şiiradamı






Mevsimler Gibi Kadınlar


Mevsimler Gibi Kadınlar

Kadınlar sevdim, bahardılar;
Gönlümde çiçeklerle açtılar.
Kadınlar sevdim kıştılar;
Kar tufan estirdiler yüreğimde.

Kadınlar sevdim hazandılar;
Sarı sırma yapraklar döktürdüler.
Kadınlar sevdim yazdılar;
Hikayelerimin kahramanı oldular...şiiradamı



Şairin İdamı


ŞAİRİN İDAMI

Her şair kendi idamını yazar aslında tarihine
Kalemine kan düşer iktidarın kazanından
Kemirir cehalet körpe beyinleri
Tarih yandaşların egolarını okşar
Şair kurban şeçilir isyanın bayrağında

Milletin şiarıdır, geçmişin hafızasıdır
Keskin palalarla ağırca kazınır
Nehirler kusar, dağlar haykırır
Bir cenin düşer vatanın rahmine
Şair kör pusulanın yitik yönünde kalır.

Bir şair ağlar, millet susar, millilik düşer
vasiyeti seneden seneye geçer
Haykırmak zamanıdır ey halkım
Toprağın bağrını yırtmak tırnaklarınla
Bir şair ölür bütün sehpalar idam olur...şiiradamı





SON NEFES...((hikaye))

     
       Denizden gelen esinti yüzünü ve vücudunun açık yerlerini hafif dokunuşlarla yalıyordu adeta. Bu da ona hoşluk veriyordu. Aldığı her nefes, uzun zaman havasız ortamda kalıp, bol oksijenli ortama çıkan birisinin hislerini yaşatıyordu. Sanki her nefes, ilk acemi nefesti.

       Tadını çıkardığı rüzgar, bir yandan da düz bir şekilde omuzlarından kürek kemiklerine doğru inen saçlarını dalgalandırıyor, okşuyordu. Yüzünde derin bir hüzün vardı. Bakışlarındaki her zaman görülmeye alışılan ışıltı yoktu. Solgun, bıkkın ve yıkık bir hali vardı. Sanki kendisinden başka canlı yokmuş gibi ilgisizdi çevreye karşı.

       Üç gün önce, uzun zamandan beri çektiği rahatsızlık yüzünden yaşadığı acılar arttığı için, korka korka doktora gitmişti. Aslında hem doktorlardan, hem hastanelerden nefret eder, yolunun düşmemesi için elinden gelen gayreti sarfederdi. Bir kaç gündür bedeninde istemeyerek izin verdiği bir yığın testin sonuçlarını bekliyordu. Doktoru her testin sonuçlarına bakarken daha şüpheli bir yüz ifadesi takınıyor, yeni testler istiyor, bir türlü tam bir açıklama yapmıyordu. En sonunda yapılması muhtemel bütün testler bitmiş ve o gün sonuçlar doktoruna ulaşmıştı.

       Doktorla karşı karşıya geldiğinde, doktorun tuhaf bir yüz hali olduğunu hemen anlamıştı. Bu da ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğu izlenimini ortaya sermişti. Bunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Doktor onu kanepeye oturttu, karşısına geçti ve tane tane konuşmaya başladı. Kendi hayatından, yaşadıklarından bir şeyler anlatıyordu. Bu da asıl konuya gelmekte zorluk çektiğinin göstergesiydi. Dayanamayıp, doktora gerçek konuya gelmesini, tespit ettiği hastalığı olduğu gibi, direk yüzüne söylemesini istedi. Doktorun yüzü daha da dağıldı. Konuşması kesildi. Direk hastasının gözlerine baktı ve karaciğer kanseri olduğu, ortalama altı ay kadar ömrünün kaldığını, tümörün çok yayıldığını, temizlenmesinin mümkün olmadığını bir nefeste anlattı ve başını önüne düşürdü.

       Hastalığını öğrendikten sonra hiçbir şey söylemeden, sanki bir dost ziyaretinden gidiyormuşcasına, öylece hastaneden çıkıp, kendini buraya, deniz kenarına atmıştı. Zaten denizi çok severdi ve o an tek istediği şey tam da buydu. Hastalığını aklına getirmemek için olmadık şeyler düşünüyor, hayaller kuruyor, aklını yaşamının gerçeğinden uzak tutmaya çalışıyordu. Hastalığını öğrenmek onda çokta kötü bir sonuç ortaya çıkarmamıştı, metanetle karşılamıştı. Zaten yapacak bir şey de yoktu. Birden gözlerinin önünde sevdiği kızın yüzü belirdi. Onun yüzünü ne zaman görse, sıcacık bir tebessüm açardı kendi yüzünde. Bu dünyada bildiği hiçbir şeyle onu tarif edemiyordu. Sevgilisi onun için yaşamının en değerli şeyiydi. 3 yıldır birlikteydiler ve evlilik olayını yeni yeni konuşmaya başlamışlardı. Harika planları vardı. "Altı ay" dedi mırıldanarak ve yüzündeki gülümese sessizce suya düştü. Esinti serinliği tenine bırakıp geçip gitti.

       Kolundaki saate baktı, vakit akşam zamanını işaret ediyordu. Ufuk kızıllaşmaya, güneş kendini ufuk çizgisinin gerisine saklamaya başlamıştı. Yeniden aklına eskiler geldi. Hastalığını düşünmek istemiyordu ama bir an gayri ihtiyari cenazesini düşündü. Kimler gelirdi acaba, arkasından ne söylenirdi, peki vücudunu o soğuk toprağa koyduklarında neler hissederdi, öldüğü anda neler olacaktı acaba, öbür dünya dedikleri yer nasıl birşeydi, cennet, cehennem neye benziyordu, oraya gittiğinde bir rehberi mi olacaktı, bir mahşer yerine mi benziyordu, öldüğü anda gideceği yer, yoksa hemen anlatıldığı ve aklında kaldığı gibi işlediği günahların ve sevapların sorgusuna mı alınacaktı? Araf denilen yer neredeydi? Peki ya, gömüldükten sonra o mezarlıkta neler olacaktı? Hastalığı onu nasıl öldürecekti, acı hissedecek miydi? İlaç tedavisi, ışın tedavisi derken vücudunun tükenip gideceğini biliyordu. Ölürken, sevgilisinin sevdiği adamdan eser kalmayacağını, yaşayan hayaletten farksız olmayacağını biliyordu, ya da tahmin ediyordu. Bunları yaşamak istemiyordu.

       Oturduğu yerden kalktı. Sahil boyunca dalgın bakışlarla, sanki yarı sarhoşmuşcasına yürümeye başladı. Kafasından bin türlü düşünce geçiyordu. Düşüncelerden çalan telefonun sesi sayesinde sıyrılabildi. Cebinden telefonu çıkardı, ekranda sevgilisin ismi vardı. Bugün doktora geleceğini ve sonuçlar hakkında konuşacaklarını biliyordu. Bir süre ekrana baktı, yüzünü gözlerinin önüne getirdi. Bunu ona nasıl söyleyecekti, dahası söyleyebilecek miydi? Telefonu açtı, kısa bir konuşma oldu, sevgilisine her şeyin yolunda olduğunu, ilaç aldığını ve işine döndüğünü söyledi ve telefonu kapattı. Onun hayallerini yıkmaya hakkı var mıydı?

       Hava iyiden iyiye kararmıştı. Sahili dolduran insanlar yavaş yavaş evlerine dönüyor, ortalığı sakinlik kaplıyordu. Sadece tek tük rastlanan seyyar satıcılar göze çarpıyordu. Sahil gibi kafası da yavaş bir şekilde boşalmaya başlamış, beyni düşünmekten bitkin düşmüştü. Aklına düşünecek, hastalığı da dahil hiçbir şey gelmiyordu. Sahilin sonuna gelmiş, geri dönmüş, başına gelmiş, tekrar dönmüştü, kaç kez döndüğünün farkında değildi. Karanlık çökmüş, sokak lambaları yanmış, sahil yeniden hareketlenmiş, evinde yemeğini yiyen kendini sahile atmıştı. O hala amaçsızca git gellerini yapıyordu. Bu umarsız ve amaçsız yürüyüş gece yarısına kadar devam etmişti. O arada telefonu gene bir kaç kez çalmış hiç birisine yanıt vermemişti. Canı kimseyle konuşmak istemiyordu. Adeta nefesi kesilmiş, dili, dudakları uyuşmuştu. Sözcükleri söyleyemeyeceğini düşünüyordu. Beyni bir tür uyuşukluk geçiriyordu sanki.

       Saat kadranları biri gösteriyordu. O yeniden sahili kaplayan büyük kayalardan birinin üzerine oturdu, bir sigara yakıp uzaklara doğru daldı. İki çocuk yapmayı planlıyorlardı; bir kız, bir oğlan. İsimlerini bile düşünmüş kararlaştırmışlardı. Ağlamak istiyordu ama, bir türlü beceremiyordu. Sanki göz yaşları çekilmişti. Ne annesi, ne babası, ne kardeşleri geliyordu aklına, sürekli gelip giden canı gibi sevdiği, sevgilisi ve birlikte kurdukları hayalleri gelip gidiyordu. Kendisinin ölümüyle, sevgilisinin nasıl yıkılacağını tasavvur etmeye çalışıyordu. Hemen mi söylemeliydi, evlenmeli miydi, evlenmemeli miydi, hiç söylemeyip, sonucun doğal olduğu varsayımına mı inandırmalıydı? Çıktığı bir tek sonuç kapısı vardı; her halükarda, sevgilisi çok yıkılacaktı. Bunu önlemenin bir yolu yoktu; üstüne üstlük, kaçınılmaz bir son vardı önünde ve o bu sonu nasıl kabul edebileceği üzerine karara varmak istiyordu. Kafasının içinde düşünceler dönme dolap misali dönüp duruyordu.

       Elini ceketinin iç cebine attı; orada raporlar vardı onları çıkardı. Hepsine tek tek göz attı. Anlamadığı, anlam veremediği bir sürü latince yazılar, rakamlar doluydu kağıtlarda. Kağıtları ters çevirdi, cebinden kalem çıkardı, karanlığı kıran sokak lambasının yarı kör ışığının altında, dizinden yardım alarak kağıda birşeyler yazmaya başladı:
              "Canım gibi sevdiğim kadınım, bunları yazarken nasıl bir dönemeçte olduğumu sana anlatmam imkansız. Biliyorum, bunu okurken göz yaşlarına boğulacaksın ki, bunun acısı bile beni yakıyor. Dahası seni böylesine yüzüstü bırakmış olmanın acısını her daim yaşayacağımı bilmeni istiyorum. Kaderin kötü bir cilvesi geldi yakama yapıştı. Yapabileceklerim içinde en doğrusunu seçtiğime inanıyorum. Benden sonra da hayatın olacak, senden ricam, beni unut demeyeceğim ama, sanki ben varmışım gibi devam etmendir. Senin bütün hayallerini ister istemez ceplerime doldurup gidiyorum, lütfen kızma. Hatta ağlama bile çünkü ben ağlayamıyorum. Bir de, ne olur beni gömerken yüzüğümü çıkarmasınlar. Adın kalbimde ve o yüzükte yazılı. Her daim ben nereye gidersem seni hep yanımda taşıyacağım. Yanında olamayacağım için üzgünüm, sende kızma bana. Bu sonu ben istemedim. Eğer şu an yaptığım şeyi yapmasaydım, ileride daha çok acı çekecektik ikimizde. Üstelik, şu an hayallerimizi ceplerime doldurup onları himaye etmiş olacağım, şu an yaptığımı yapmazsam eğer, hepsi tarumar olacak, ikimizde biteceğiz. O yüzden bana kızma ve benden sonra hayatına devam et. Her zaman kendine iyi bak. Seni çok ama çok seviyorum biricik aşkım." Yazma işi bittikten sonra, ceketini çıkardı ve kayanın üzerine bıraktı; onun üzerine kağıdı, kağıdın üzerine de bir taş bıraktı. Ayağa kalktı, gecenin soğuğunda iyice serinlemiş sulara kendini bıraktı.

şiiradamı

Son Kurgu... (korku hikayesi - bölüm 1)

Karanlığın kollarında bedeninizi saran içsel korkulara mahkum oldunuz mu?
Metro tıka-basa doluydu. Akşam, iş çıkışı saatleri olduğu için, ayağınızın ucunu göremeyeceğiniz bir kalabalık vardı. Delice akan bir insan seliydi bu. Metro vagonunun içini dolduran insanlardan yayılan türlü kokular burnuna hücum ediyordu sanki; ter kokuları, ağız kokuları; parfüm kokuları. Tam bir karışım, karmaşa artık ne derseniz... Bindiği vagonun orta yerinde bulunan tutunma direğine tutunmuş, metronun yarattığı hafif sallantıyı bedeninde hissetmeye çalışıyordu. Tabanlarından başlayıp, saç tellerine kadar dalga halinde yayılan bir histi bu ve sanki onu rahatlatıyordu. Kokular yeniden dikkatini çekti. Önüne eğdiği başını tekrar kaldırıp çevresine göz gezdirdi. Bir yığın insan çevresini kuşatmıştı. Hepsinin gözlerinde ayrı anlamlar taşıyan bakışlar vardı. Onlara bakışı ne tiksinti şeklindeydi, ne nefret, ne de sevgi. Nasıl bir şey olduğunu o da bilmiyordu. Sadece onların varlığını hissediyordu. Sanki o insanların ayaklarının altında ağırlıklarını çeken vagon kendisiymiş gibi.

                              Tekrar başını önüne eğdi. Aylardır beynini kemiren, uykularını parçalara ayıran kabuslarını düşünmeye başlamıştı. Her seferinde kan ter içinde, gözlerinde ve yüreğinde nefret dolu şekilde uyandıran kabuslar. Gördüklerine ne kendisi bir anlam verebiliyor, ne de bir başkasına anlatabiliyordu. Bütün yaşadıklarını kendi içinde taşımak ise ayrı bir ağırlık, acı veriyordu ona. Kaç aydır bölük pörçük uykulara mahkum olduğunu bile unutmuştu. Derin düşüncelerden, duyuru sisteminden ineceği durağın adı anons edilince sıyrıldı. Metro tam durup, kapıları açılmadan önce tekrar çevresine bakındı, o insan yığını içinde atan kalplerin sesleri bir an kulaklarını doldurdu. O yığını oluşturan insanların ruhlarının, ne tür pisliklere bulaştığını, ne yaralar taşıdıklarını düşündü bir an. Herkesin ayrı bir hikayesi vardı. Keşke hepsini bilebilseydi... Metro durdu, kapılar açıldı, yüzüne çarpan temiz havayı içine çekerek indi metrodan.

                             Etrafını koyu bir karanlık kaplamıştı. Bütün karanlığa rağmen o, karanlığı delen bakışlarıyla çevresindeki her şeyi gayet kolay görebildiğini anladı, şaşırdı. Çevresi bir yığın insanla doluydu ve hepsi de çırılçıplaktı. Kokularını aldı hem de daha keskin bir biçimde. Metroda aldığı kokuların daha keskiniydi sanki bu kokular. Çevresini saran aciz bakışlı çıplak insanlara göz gezdirdi tekrar. Hafif bir acı parmaklarını sardı. Parmaklarına baktığında şaşkınlığı iki katına çıkmıştı. Tırnakları jilet keskinliğinde keskinleşerek uzuyordu. Ağzında da hafif sızı hissetti. Dişleri çenesini zorluyordu sanki. Kontrol ettiğinde köpek dişlerinin daha çok sivrildiğini, büyüdüğünü, diğer dişlerininde daha keskinleştiğini anladı. Karnına hafiften bir açlık hissi girmeye başlamıştı ve bedeninde hafif bir titreme oluşmaya başlamıştı. Bir anda çevresindeki insanların yaydığı kokular silinmiş, ağır bir kan kokusu almaya başlamıştı. Gözlerinin beyazı kızarmaya başlarken, açlık hissi büyümeye devam ediyordu. Hissettiklerinden korku duymaya başlamıştı ama bir şekilde açlık hissini yoketmeliydi. Çevresini saran insanlar onun için bir insan gibi görünmekten çıkmış, birer yiyecek halini almışlardı sanki. Çok acıkmıştı ve tuhaf şekilde canı kan istiyordu. Gözleri daha çok kızardı ve parladı. Çevresini saran insanlar daha çok korkuyla birbirlerine sarıldılar. O vahşi bir hayvana dönüşmüştü. Çevresini saranlar onun için artık insan değil, birer yiyecektiler. Avlanacak yiyeceklerdi. Birden önüne çıkan ilk insana saldırdı; tırnaklarını göğüs kafesine geçirirken, boynundan kocaman bir parça et kopardı. Isırdığı yerden su gibi kan akıyordu; kanı bir süre emdi. Daha sonra diğerlerine yöneldi. Öyle hızlı şekilde onları parçalıyor ve yiyordu ki; dakikalar içinde çevresindekilerin hepsi ceset yığını haline gelmiş, kendisi ise kan içinde kalmıştı. Adeta bedenini kanla boyamıştı. İçindeki açlık hissi yatıştığı anda vücudu eski halini almıştı ki, gerçekleri kendi normal gözleriyle görünce vahşete düşmüştü. Ellerine, yüzüne, bedenine bulaşan kanları farkettiği anda ağzından kocaman bir çığlık koptu.

                                  Kan ter içinde uykusundan fırladı. Ağzında odayı dolduran çığlık uykusundan uyanmasına sebep olmuştu. Bütün bedeni titriyordu. Korkudan mı adrenalinden mi bilmiyordu ama, karlar arasında çırılçıplak kalmış gibi titriyor, dişleri birbirine vuruyordu. Saat sabaha karşı 4'e geliyordu. Bu andan itibaren uyuyamayacağını çok iyi biliyordu. Kalktı, duşa girdi. Serin bir duş alıp kendine gelmeye çalıştı. Duştan çıktıktan sonra kendine bir kahve yaptı ve kanepeye oturdu. Gözleri tam karşısında duran, çözemediği, anlayamadığı, bir sahafta görüp aldığı tabloya takıldı yeniden. O tabloyu aldığından beri hayatı alt üst olmuştu, bunu biliyordu ama, o tabloyu ne oradan indirebiliyor, ne dokunabiliyordu. Tablo onu adeta etkisi altına almıştı. Karmaşık, fitüristik figürler ve imgelerle dolu bir tabloydu. Bakan gözlerini ayıramıyordu tablodan. Nasıl bir şeyin parçası olduğuna, bir türlü anlam veremiyordu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

                                  Gecenin geç saatleriydi ve şehrin boş, karanlık sokaklarında tek başına yürüyordu. O gece uyumamıştı, daha doğrusu uyuyamamıştı. İçinde büyüyen sıkıntıdan kurtulmak için kendini şehrin sokaklarına atmıştı. Tek başına nereye varacağını bilmediği bir yolda yürüyordu; ulaşmak istediği tek şey huzurdu; sadece bunu biliyordu. Bomboş sokakta yürürken, ileriden kendisine doğru gelmekte olan bir gölgeyi farketti. Kendisini yolun sağına doğru attı, gelen kişi tam yolun ortasından, sallanarak geliyordu ve sarhoş olduğu yürüyüşünden anlaşılabiliyordu. Karşıdan gelen kişiyle aralarındaki mesafe azaldıkça, kabuslarındaki hisleri yaşamaya başladığını farketti. Parmaklarında ve dişlerindeki sızılar. Vücudu değişiyor, içini kemiren bir açlık hissi büyüyordu. Kaşlarının altından, karşıdan gelen kişiye baktı. Genç bir kızdı. Zil zurna sarhoş olmuş, ayakta zor duran bir hali vardı. İyice yaklaşmışlardı ve adamın açlık hissi devasa boyuta ulaşmıştı; burnunda keskin bir kan kokusu vardı. Tırnakları ve dişleri uzamış, keskinleşmişti; kız daha çok yaklaşmıştı. Adamın içinde kızın üzerine atlayıp, kanının tadına bakmak için karşı konulmaz bir arzu oluşmuştu. Onu yemek, etinin, kanının tadını damağında, dilinde hissetmek istiyordu. Düşlerinde yaşadığı gerçek oluyordu ama, buna engel olamıyordu. Kendini tutup, kıza birşey yapmadan, yanından geçip gitmeyi düşünürken, kız ona doğru yönelip ateşi olup olmadığını sorma hatasını yapmıştı ve olan olmuştu. Adam kendine geldiğinde, kız kanı emilmiş, vücudu parçalanmış, etleri yenilmiş bir ceset olarak yere yığılmıştı. Adam kanlar içindeydi. Ağzından kan kalıntıları sızıyordu. Damağında tuhaf bir tat kalmıştı. Açlık hissi yokolmuş, bedenindeki titreme kalmamıştı. Ne yaptığını anladığında iş işten geçmişti. O bir canavara dönüşmüştü. Hemde insan etiyle, kanıyla beslenen bir canavar.

                                      Hızla evine gelmişti. Duş alıp, vücuduna bulaşan kanlardan kurtuldu. Kan bulaşan elbiselerini çıkardı, bir torbaya koydu, çöpe atıp yakmayı planlıyordu. Onca kabusun sonucu muydu, yoksa tablonun kötü bir yanılsaması mı hayatına hükmediyordu? O neye dönüşmüştü?  Sabah işe gitme saati gelmişti. Dışarıya çıktı, elindeki poşeti bir çöp konteynerinin içine attı ve ateşe verdi. Bunları yaparken çevresini dikkatlice gözlüyordu, kimsenin onu görmemesini istiyordu. Poşeti yaktıktan sonra hızla konteynerden uzaklaştı ve her sabah yaptığı gibi, işe gitmek için metroya binmek üzere, istasyona vardı.

                                      İş yerine vardığında televizyonda sabah haberleri vardı. Haberlerde, vahşice parçalanmış bir kadın cesedinin bulunduğu haberini veriyordu. Bir an televizyona baktı ve doğruca çalışmak için kendi bölümüne yöneldi. (...bölüm sonu...)
şiiradamı

Şiir Üstüne Ahkâm

Şiir üzerine pek çok şey yazıldı, çizildi. Bunlardan benim için önemli olan bir yazıyı paylaşacağım. Hayatında hiç şiir yazmadım diyecek insan sanıyorum iki elin parmaklarını geçmeyecektir. Kalemi kağıdı alıp alt alta yazılan satırların toplamı şiir olabilir mi? Şiir, susadığımız zaman, eğilip içebileceğimiz mahalle çeşmesi ya da bir sebil gibi kullanılabilecek bir şey mi? Bir alt yapı, bir bilgi birikimi, yoğun bir sözcük dağarcığı dahası, derin bir toplumsal algıya sahip olmak gerekmez mi? Şiir yazmak kolay bir şey mi? Bu noktada, sevgili Turgay Fişekçi'nin Haziran-1999 tarihli PAPİRÜS dergisinde kaleme aldığı bir yazıyı aktaracağım. Turgay Fişekçi yalın bir dille bir okyanusu sermiş satırlarına.

İnsanlarımızın şiir diye anladıkları şeyin daha çok "manzume" ya da bir iç dökmenin ötesine geçemediği ortada. İç dökmek için de şiir yazılabilir ama bir yazılı metnin şiir olabilmesi çoğu zaman yeryüzündeki büyük tansıklardan birinin gerçekleşmesi gibidir. Şiir yazmak zor bir şeydir. Önce bunun kavranabilmesi gerekir. Kolay bir uğraş olarak görüldüğü sürece yazılanların şiir katına ulaşabilmesi çok güç. Şiir bir hayat ister. Ülkemizde şiir yazdığını sananların kaçının hayatını şiire verdiklerine bakmak gerekir. Böyle bir ölçüt oranı çok düşürecektir. Ardından da şiire adanan hayatın ortaya çıkardığı ürünlere bakmak gerekir. Bunların içinde Türk ve dünya şiirine katkı yapan, yeni anlatım olanakları yeni duyarlılıklar, yeni yaratı evrenleri ortaya koyabilen ürünler var mı ona bakmak gerekir. Bunlar olmadan, "Ben şiir yazıyorum", diyen şiir heveslilerini şair saymak olanaksızdır. Bunca çok şiir heveslisinin olması ne yazık, bugünkü şiir ortamımız için olumlu gelişmeler sağlayacak bir gizilgüç doğuramamaktadır. Çünkü en başta bu hevesliler, kendileri şiir yazdıklarından olsa gerek, geçmişin ve bugünün şiirini yani ustalarını okumak, daha da ötesinde incelemek gereği duymamaktadırlar. Yazıyor olmaları onlara yetiyor. Oysa şiir yazmak için önce şiirin ne olduğunu anlayabilmek bunun için de ustaları okumak gerekir. Son otuz yılımızın en önemli şiir kitaplarından Oktay Rifat'ın "yeni şiirleri"nin bugüne dek toplam satışı beşbin kadardır. Oysa son otuz yılda en az yirmi bin kişi bir şiir kitabı yayımlamak için dosyasıyla yarışmalara başvurmuştur.

Şiirin nasıl yazıldığı her şairin kendi bileceği iştir. Her şair farklı gereçlerden yararlanarak şiir yazabilir. Her hayatın da yazacağı farklı bir şiir vardır. Ne ki şair, bu kendisindeki farklı yanı bulup ortaya çıkarabilen, dahası bundan şiir üretebilen kişidir. Bunu anlayabilmek derin bir kültür ve duyarlığın birleşmesiyle olabilir ancak. Ortalama eğitim düzeyi üç yıl olan bu ülkede bunca çok şairim diye dolaşan insanın olması ancak kendini ve şiirin ne olduğunu bilmemekle açıklanabilir. Çok başka konularda olduğu gibi şiirde de kendini yeterince bilmeyen bir toplumuz.

Şiirin kimi ortak ilkeleri olsa da bunlar bir şiir yazarını şair yapmaya yetmez. Her şair kendine özgü yeni yöntemler, yollar bulacaktır. Benim başkaları için önerim olamaz, Nasıl şiir yazdığım ise ortada duruyor. Dileyen okur, üstünde düşünür. - T.F. 

Evet, sevgili Turgay Fişekçi'nin kaleminden dökülen bu güzel eleştiride, her okuduğumda farklı şeyler bulmuşumdur. Beni daha iyiyi aramaya itmiş, başucu yazılarımdan birisidir. Yazıda anlatıldığı gibi, bende kendi yolumda, kendi şiir efsanemi yazmak için sürekli okuyor, araştırıyor ve yazmaya çabalıyorum. Ne kadar başarılı olduğumu zaman onaylayacak ya da onaylamayacaktır.

Gerçek olan şu var ki, her kalemi eline alıp, birşeyler karalayanların kendilerine "şair" yaftasını yapıştırmaları, dünya düzleminde Türk şiirine katkı değil yıpratı getirdiği kanısındayım. Zira, okuma düzeyi çok düşük olan ülkemizde, okumadan şiir yazmaya kalkışan, dahası, hiç okumayan şairler olarak kendilerini ortaya atan kişiler, büyük bir erezyonun müsebbibi oluyorlar.

Her şiir, şairinin göz yaşlarıdır...şiiradamı