Son Kurgu... (korku hikayesi - bölüm 1)

Karanlığın kollarında bedeninizi saran içsel korkulara mahkum oldunuz mu?
Metro tıka-basa doluydu. Akşam, iş çıkışı saatleri olduğu için, ayağınızın ucunu göremeyeceğiniz bir kalabalık vardı. Delice akan bir insan seliydi bu. Metro vagonunun içini dolduran insanlardan yayılan türlü kokular burnuna hücum ediyordu sanki; ter kokuları, ağız kokuları; parfüm kokuları. Tam bir karışım, karmaşa artık ne derseniz... Bindiği vagonun orta yerinde bulunan tutunma direğine tutunmuş, metronun yarattığı hafif sallantıyı bedeninde hissetmeye çalışıyordu. Tabanlarından başlayıp, saç tellerine kadar dalga halinde yayılan bir histi bu ve sanki onu rahatlatıyordu. Kokular yeniden dikkatini çekti. Önüne eğdiği başını tekrar kaldırıp çevresine göz gezdirdi. Bir yığın insan çevresini kuşatmıştı. Hepsinin gözlerinde ayrı anlamlar taşıyan bakışlar vardı. Onlara bakışı ne tiksinti şeklindeydi, ne nefret, ne de sevgi. Nasıl bir şey olduğunu o da bilmiyordu. Sadece onların varlığını hissediyordu. Sanki o insanların ayaklarının altında ağırlıklarını çeken vagon kendisiymiş gibi.

                              Tekrar başını önüne eğdi. Aylardır beynini kemiren, uykularını parçalara ayıran kabuslarını düşünmeye başlamıştı. Her seferinde kan ter içinde, gözlerinde ve yüreğinde nefret dolu şekilde uyandıran kabuslar. Gördüklerine ne kendisi bir anlam verebiliyor, ne de bir başkasına anlatabiliyordu. Bütün yaşadıklarını kendi içinde taşımak ise ayrı bir ağırlık, acı veriyordu ona. Kaç aydır bölük pörçük uykulara mahkum olduğunu bile unutmuştu. Derin düşüncelerden, duyuru sisteminden ineceği durağın adı anons edilince sıyrıldı. Metro tam durup, kapıları açılmadan önce tekrar çevresine bakındı, o insan yığını içinde atan kalplerin sesleri bir an kulaklarını doldurdu. O yığını oluşturan insanların ruhlarının, ne tür pisliklere bulaştığını, ne yaralar taşıdıklarını düşündü bir an. Herkesin ayrı bir hikayesi vardı. Keşke hepsini bilebilseydi... Metro durdu, kapılar açıldı, yüzüne çarpan temiz havayı içine çekerek indi metrodan.

                             Etrafını koyu bir karanlık kaplamıştı. Bütün karanlığa rağmen o, karanlığı delen bakışlarıyla çevresindeki her şeyi gayet kolay görebildiğini anladı, şaşırdı. Çevresi bir yığın insanla doluydu ve hepsi de çırılçıplaktı. Kokularını aldı hem de daha keskin bir biçimde. Metroda aldığı kokuların daha keskiniydi sanki bu kokular. Çevresini saran aciz bakışlı çıplak insanlara göz gezdirdi tekrar. Hafif bir acı parmaklarını sardı. Parmaklarına baktığında şaşkınlığı iki katına çıkmıştı. Tırnakları jilet keskinliğinde keskinleşerek uzuyordu. Ağzında da hafif sızı hissetti. Dişleri çenesini zorluyordu sanki. Kontrol ettiğinde köpek dişlerinin daha çok sivrildiğini, büyüdüğünü, diğer dişlerininde daha keskinleştiğini anladı. Karnına hafiften bir açlık hissi girmeye başlamıştı ve bedeninde hafif bir titreme oluşmaya başlamıştı. Bir anda çevresindeki insanların yaydığı kokular silinmiş, ağır bir kan kokusu almaya başlamıştı. Gözlerinin beyazı kızarmaya başlarken, açlık hissi büyümeye devam ediyordu. Hissettiklerinden korku duymaya başlamıştı ama bir şekilde açlık hissini yoketmeliydi. Çevresini saran insanlar onun için bir insan gibi görünmekten çıkmış, birer yiyecek halini almışlardı sanki. Çok acıkmıştı ve tuhaf şekilde canı kan istiyordu. Gözleri daha çok kızardı ve parladı. Çevresini saran insanlar daha çok korkuyla birbirlerine sarıldılar. O vahşi bir hayvana dönüşmüştü. Çevresini saranlar onun için artık insan değil, birer yiyecektiler. Avlanacak yiyeceklerdi. Birden önüne çıkan ilk insana saldırdı; tırnaklarını göğüs kafesine geçirirken, boynundan kocaman bir parça et kopardı. Isırdığı yerden su gibi kan akıyordu; kanı bir süre emdi. Daha sonra diğerlerine yöneldi. Öyle hızlı şekilde onları parçalıyor ve yiyordu ki; dakikalar içinde çevresindekilerin hepsi ceset yığını haline gelmiş, kendisi ise kan içinde kalmıştı. Adeta bedenini kanla boyamıştı. İçindeki açlık hissi yatıştığı anda vücudu eski halini almıştı ki, gerçekleri kendi normal gözleriyle görünce vahşete düşmüştü. Ellerine, yüzüne, bedenine bulaşan kanları farkettiği anda ağzından kocaman bir çığlık koptu.

                                  Kan ter içinde uykusundan fırladı. Ağzında odayı dolduran çığlık uykusundan uyanmasına sebep olmuştu. Bütün bedeni titriyordu. Korkudan mı adrenalinden mi bilmiyordu ama, karlar arasında çırılçıplak kalmış gibi titriyor, dişleri birbirine vuruyordu. Saat sabaha karşı 4'e geliyordu. Bu andan itibaren uyuyamayacağını çok iyi biliyordu. Kalktı, duşa girdi. Serin bir duş alıp kendine gelmeye çalıştı. Duştan çıktıktan sonra kendine bir kahve yaptı ve kanepeye oturdu. Gözleri tam karşısında duran, çözemediği, anlayamadığı, bir sahafta görüp aldığı tabloya takıldı yeniden. O tabloyu aldığından beri hayatı alt üst olmuştu, bunu biliyordu ama, o tabloyu ne oradan indirebiliyor, ne dokunabiliyordu. Tablo onu adeta etkisi altına almıştı. Karmaşık, fitüristik figürler ve imgelerle dolu bir tabloydu. Bakan gözlerini ayıramıyordu tablodan. Nasıl bir şeyin parçası olduğuna, bir türlü anlam veremiyordu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

                                  Gecenin geç saatleriydi ve şehrin boş, karanlık sokaklarında tek başına yürüyordu. O gece uyumamıştı, daha doğrusu uyuyamamıştı. İçinde büyüyen sıkıntıdan kurtulmak için kendini şehrin sokaklarına atmıştı. Tek başına nereye varacağını bilmediği bir yolda yürüyordu; ulaşmak istediği tek şey huzurdu; sadece bunu biliyordu. Bomboş sokakta yürürken, ileriden kendisine doğru gelmekte olan bir gölgeyi farketti. Kendisini yolun sağına doğru attı, gelen kişi tam yolun ortasından, sallanarak geliyordu ve sarhoş olduğu yürüyüşünden anlaşılabiliyordu. Karşıdan gelen kişiyle aralarındaki mesafe azaldıkça, kabuslarındaki hisleri yaşamaya başladığını farketti. Parmaklarında ve dişlerindeki sızılar. Vücudu değişiyor, içini kemiren bir açlık hissi büyüyordu. Kaşlarının altından, karşıdan gelen kişiye baktı. Genç bir kızdı. Zil zurna sarhoş olmuş, ayakta zor duran bir hali vardı. İyice yaklaşmışlardı ve adamın açlık hissi devasa boyuta ulaşmıştı; burnunda keskin bir kan kokusu vardı. Tırnakları ve dişleri uzamış, keskinleşmişti; kız daha çok yaklaşmıştı. Adamın içinde kızın üzerine atlayıp, kanının tadına bakmak için karşı konulmaz bir arzu oluşmuştu. Onu yemek, etinin, kanının tadını damağında, dilinde hissetmek istiyordu. Düşlerinde yaşadığı gerçek oluyordu ama, buna engel olamıyordu. Kendini tutup, kıza birşey yapmadan, yanından geçip gitmeyi düşünürken, kız ona doğru yönelip ateşi olup olmadığını sorma hatasını yapmıştı ve olan olmuştu. Adam kendine geldiğinde, kız kanı emilmiş, vücudu parçalanmış, etleri yenilmiş bir ceset olarak yere yığılmıştı. Adam kanlar içindeydi. Ağzından kan kalıntıları sızıyordu. Damağında tuhaf bir tat kalmıştı. Açlık hissi yokolmuş, bedenindeki titreme kalmamıştı. Ne yaptığını anladığında iş işten geçmişti. O bir canavara dönüşmüştü. Hemde insan etiyle, kanıyla beslenen bir canavar.

                                      Hızla evine gelmişti. Duş alıp, vücuduna bulaşan kanlardan kurtuldu. Kan bulaşan elbiselerini çıkardı, bir torbaya koydu, çöpe atıp yakmayı planlıyordu. Onca kabusun sonucu muydu, yoksa tablonun kötü bir yanılsaması mı hayatına hükmediyordu? O neye dönüşmüştü?  Sabah işe gitme saati gelmişti. Dışarıya çıktı, elindeki poşeti bir çöp konteynerinin içine attı ve ateşe verdi. Bunları yaparken çevresini dikkatlice gözlüyordu, kimsenin onu görmemesini istiyordu. Poşeti yaktıktan sonra hızla konteynerden uzaklaştı ve her sabah yaptığı gibi, işe gitmek için metroya binmek üzere, istasyona vardı.

                                      İş yerine vardığında televizyonda sabah haberleri vardı. Haberlerde, vahşice parçalanmış bir kadın cesedinin bulunduğu haberini veriyordu. Bir an televizyona baktı ve doğruca çalışmak için kendi bölümüne yöneldi. (...bölüm sonu...)
şiiradamı

Share on Google Plus

0 yorum: