şair kimdir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yaşam Ağrısı



Sıkıntılı bir hava vardı dışarıda. Yağmur yağacak belli ama, bulutlar damlaları doğurmakta zorlanıyordu sanki. Bir şairin şiirini ortaya çıkarmadan önceki sıkıntısını, bungunluğunu hissettiriyordu hava. Siyah bulutlar kaplamıştı gökyüzünü. Güneş gül yüzünü gizlemiş, gergin bir sıkıntı ortalığı sarmıştı.

Simge, yağmur öncesi sıkıntılı havayı camdan izliyordu. Aynı sıkıntı içine çökmüştü. Bilindik bir hikayenin, basit bir kahramanı gibi hissediyordu kendini. Gözlerinde düğümlenmiş yaşlarını özgür bırakmakla, bırakmamak arasında gidip geliyordu, vücudu anlamını bilmediği bir titremenin esiri olmuştu. Ruhunda dinmek bilmeyen bir fırtına hüküm sürüyordu. Azgın dalgalarının bedeninde coşmasının titremesiydi bu anlamını çözemediği titremeler. Aslında anlamınıda biliyordu ama, bilmezden gelmek daha kolay geliyordu onun için.

Gözleri tekrar karanlık bulutlara takıldı. Özlemle yağmuru bekliyordu. Sıcaktan çatlamış çorak toprakların hasreti vardı içinde ve umuyordu ki, yağacak yağmur tüm sıkıntısını alıp götürecekti. En azında öyle hissediyordu. Şu an hiç birşeyi, yağmurun yağmasını istediği kadar isteyemezdi.

Simge, düşüncelerinden diğer odadan gelen ağır inleme sesiyle ayrıldı. Bu sesler beyninde mayın gibi patlıyordu. Her inleme adeta kendi ağzından dökülüyor ve inlemelerin acısını kendi bedeninde yaşıyordu. Günlerce döktüğü yaşların yarı sebebi bu inlemelerdi. Çaresizliğin dal göbeğinde, tek başına olduğunu hissettikce korkuları büyüyor, büyüyordu içinde.

İnlemelerin arasında zorla ismini seçti. Yavaşça camın kenarından ayrılıp, diğer odaya doğru yöneldi.

Odanın kapısı açılır açılmaz, ağır, genzinizi yakan bir ilaç kokusu çarpıyordu yüzüne insanın. Loş bir odaydı. Havanın karanlık yüzüde ortalığa serilince, odanın loşluğu zifiri bir karanlığa dönüşüyordu. Odanın tam orta yerinde oksijen çadırıyla kaplanmış bir karyola vardı. Sağında solunda bir sürü elektronik aletler vardı. Odanın bir köşesinde. dört beş tane yanyana dizilmiş oksijen tüpleri göze çarpıyordu. Simge, her zaman yaptığı gibi odanın kapısını açtıktan sonra bir süre kapıda durakladı. Bu duraklama ölüm kokusu sinmiş odanın, ağır kokusuna ciğerlerini alıştırma duruşu gibi birşeydi sanki. Bir an tüm bedeni hareketsizleşiyordu.

Gözleri yatakta yatan, tükenmiş bedene takılıyordu. Çadırın dışına konmuş bir hoperlör, içeriye hastanın yakınına yerleştirilmiş mikrofondan gelen sesleri rahat duyabilmek için konmuştu. Yatakta yatan bitkin, hareketsiz bedenin yalnızca gözleri ve dudakları hareket ediyordu. Yatağı süzdü, süzdü, süzdü. Daha sonra yanına vardı. Hastanın kırlaşmış, seyrekleşmiş uzun saçları vardı. Yanakları iyice göçmüştü, gözleri, göz yuvarlarının dibine doğru kaymış, kaybolmuş, gözlerinin çevresi ağır bir mor rengine dönüşmüştü. Yüzünü kaplayan kırışıklar, gençliğinin güzelliğinden intikam alırcasına tüm yüzünü kaplamıştı. Bir zamanlar dolgun dudaklar, şimdi kırışıklar arasında kaybolmuştu. Bilekleri incecik kalmıştı. Teninin rengi kaybolmuştu. Ölümün soğuk rengi kaplamıştı tüm tenini. Kolları iğne delikleriyle doluydu. Simge, bu manzarayı beynine kazımıştı. Ama o odaya her girişinde, mutlaka bu ayrıntıları yeniden yeniden görür, inceler, beynine yazardı. Annesinin devasız hastalığa tutulmadan önceki, cıvıl cıvıl, hayat dolu, erkeklerin yüreğini ağzına getiren, Afrodit Kadın halini hatırlıyordu. O kadın, bu kadın mı diye için için ağlıyordu.
İçeriye yavaşça süzülüp, çadının yanına geliyor

Öylesine


ÖYLESİNE

Öyle bir zamandı ki bu; ellerin kutup ayazında buz keserdi. 

Gözlerinde terkedilmiş çocukların masumiyeti dururdu. Hayata anlam katmak için bakardın hep; yalnız yürümenin, birisiyle yürümekle arasındaki farkı anlatırdın. "Birlikte yürüdüğün kişiyle adımların aynı olmalı!" derdin. 

Yalnızlığa gömülmek acıdır, en basitinden sevmeyi bilmeli insanlar.


Terkedilmiş olan kelimelerden oluşturulmuş cümleler arasına sıkışıp kalmamalıyız. Hayatımıza yeni bir anlam yüklemek adına; pırıl pırıl kelimelerle konuşmayı becerebilmeliyiz. Bazen de hiç eskimeyen kelimeler kullanmalıyız; "gülümsemek" gibi, "mutluluk" gibi, "sevmek" gibi.

Acıların tufanına dur diyebilmektir aslında mutlu yaşamak.

İnsan güne, kendine "günaydın" diyerek başlayabilmeli. Kendisiyle başlamalı her güne. İvediyle uyunmuş bir uykunun artığı gibi yatakta bırakmamalı kendisini. Gözleri açıldığı anda yeni güne; ruhu da açılmalı. Evden çıkmak ızdırap olmamalı.

"Her yeni güne, taze bir günebakan gibi başlamalı insan" derdin...şiiradamı






Şairin İdamı


ŞAİRİN İDAMI

Her şair kendi idamını yazar aslında tarihine
Kalemine kan düşer iktidarın kazanından
Kemirir cehalet körpe beyinleri
Tarih yandaşların egolarını okşar
Şair kurban şeçilir isyanın bayrağında

Milletin şiarıdır, geçmişin hafızasıdır
Keskin palalarla ağırca kazınır
Nehirler kusar, dağlar haykırır
Bir cenin düşer vatanın rahmine
Şair kör pusulanın yitik yönünde kalır.

Bir şair ağlar, millet susar, millilik düşer
vasiyeti seneden seneye geçer
Haykırmak zamanıdır ey halkım
Toprağın bağrını yırtmak tırnaklarınla
Bir şair ölür bütün sehpalar idam olur...şiiradamı





SON NEFES...((hikaye))

     
       Denizden gelen esinti yüzünü ve vücudunun açık yerlerini hafif dokunuşlarla yalıyordu adeta. Bu da ona hoşluk veriyordu. Aldığı her nefes, uzun zaman havasız ortamda kalıp, bol oksijenli ortama çıkan birisinin hislerini yaşatıyordu. Sanki her nefes, ilk acemi nefesti.

       Tadını çıkardığı rüzgar, bir yandan da düz bir şekilde omuzlarından kürek kemiklerine doğru inen saçlarını dalgalandırıyor, okşuyordu. Yüzünde derin bir hüzün vardı. Bakışlarındaki her zaman görülmeye alışılan ışıltı yoktu. Solgun, bıkkın ve yıkık bir hali vardı. Sanki kendisinden başka canlı yokmuş gibi ilgisizdi çevreye karşı.

       Üç gün önce, uzun zamandan beri çektiği rahatsızlık yüzünden yaşadığı acılar arttığı için, korka korka doktora gitmişti. Aslında hem doktorlardan, hem hastanelerden nefret eder, yolunun düşmemesi için elinden gelen gayreti sarfederdi. Bir kaç gündür bedeninde istemeyerek izin verdiği bir yığın testin sonuçlarını bekliyordu. Doktoru her testin sonuçlarına bakarken daha şüpheli bir yüz ifadesi takınıyor, yeni testler istiyor, bir türlü tam bir açıklama yapmıyordu. En sonunda yapılması muhtemel bütün testler bitmiş ve o gün sonuçlar doktoruna ulaşmıştı.

       Doktorla karşı karşıya geldiğinde, doktorun tuhaf bir yüz hali olduğunu hemen anlamıştı. Bu da ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğu izlenimini ortaya sermişti. Bunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Doktor onu kanepeye oturttu, karşısına geçti ve tane tane konuşmaya başladı. Kendi hayatından, yaşadıklarından bir şeyler anlatıyordu. Bu da asıl konuya gelmekte zorluk çektiğinin göstergesiydi. Dayanamayıp, doktora gerçek konuya gelmesini, tespit ettiği hastalığı olduğu gibi, direk yüzüne söylemesini istedi. Doktorun yüzü daha da dağıldı. Konuşması kesildi. Direk hastasının gözlerine baktı ve karaciğer kanseri olduğu, ortalama altı ay kadar ömrünün kaldığını, tümörün çok yayıldığını, temizlenmesinin mümkün olmadığını bir nefeste anlattı ve başını önüne düşürdü.

       Hastalığını öğrendikten sonra hiçbir şey söylemeden, sanki bir dost ziyaretinden gidiyormuşcasına, öylece hastaneden çıkıp, kendini buraya, deniz kenarına atmıştı. Zaten denizi çok severdi ve o an tek istediği şey tam da buydu. Hastalığını aklına getirmemek için olmadık şeyler düşünüyor, hayaller kuruyor, aklını yaşamının gerçeğinden uzak tutmaya çalışıyordu. Hastalığını öğrenmek onda çokta kötü bir sonuç ortaya çıkarmamıştı, metanetle karşılamıştı. Zaten yapacak bir şey de yoktu. Birden gözlerinin önünde sevdiği kızın yüzü belirdi. Onun yüzünü ne zaman görse, sıcacık bir tebessüm açardı kendi yüzünde. Bu dünyada bildiği hiçbir şeyle onu tarif edemiyordu. Sevgilisi onun için yaşamının en değerli şeyiydi. 3 yıldır birlikteydiler ve evlilik olayını yeni yeni konuşmaya başlamışlardı. Harika planları vardı. "Altı ay" dedi mırıldanarak ve yüzündeki gülümese sessizce suya düştü. Esinti serinliği tenine bırakıp geçip gitti.

       Kolundaki saate baktı, vakit akşam zamanını işaret ediyordu. Ufuk kızıllaşmaya, güneş kendini ufuk çizgisinin gerisine saklamaya başlamıştı. Yeniden aklına eskiler geldi. Hastalığını düşünmek istemiyordu ama bir an gayri ihtiyari cenazesini düşündü. Kimler gelirdi acaba, arkasından ne söylenirdi, peki vücudunu o soğuk toprağa koyduklarında neler hissederdi, öldüğü anda neler olacaktı acaba, öbür dünya dedikleri yer nasıl birşeydi, cennet, cehennem neye benziyordu, oraya gittiğinde bir rehberi mi olacaktı, bir mahşer yerine mi benziyordu, öldüğü anda gideceği yer, yoksa hemen anlatıldığı ve aklında kaldığı gibi işlediği günahların ve sevapların sorgusuna mı alınacaktı? Araf denilen yer neredeydi? Peki ya, gömüldükten sonra o mezarlıkta neler olacaktı? Hastalığı onu nasıl öldürecekti, acı hissedecek miydi? İlaç tedavisi, ışın tedavisi derken vücudunun tükenip gideceğini biliyordu. Ölürken, sevgilisinin sevdiği adamdan eser kalmayacağını, yaşayan hayaletten farksız olmayacağını biliyordu, ya da tahmin ediyordu. Bunları yaşamak istemiyordu.

       Oturduğu yerden kalktı. Sahil boyunca dalgın bakışlarla, sanki yarı sarhoşmuşcasına yürümeye başladı. Kafasından bin türlü düşünce geçiyordu. Düşüncelerden çalan telefonun sesi sayesinde sıyrılabildi. Cebinden telefonu çıkardı, ekranda sevgilisin ismi vardı. Bugün doktora geleceğini ve sonuçlar hakkında konuşacaklarını biliyordu. Bir süre ekrana baktı, yüzünü gözlerinin önüne getirdi. Bunu ona nasıl söyleyecekti, dahası söyleyebilecek miydi? Telefonu açtı, kısa bir konuşma oldu, sevgilisine her şeyin yolunda olduğunu, ilaç aldığını ve işine döndüğünü söyledi ve telefonu kapattı. Onun hayallerini yıkmaya hakkı var mıydı?

       Hava iyiden iyiye kararmıştı. Sahili dolduran insanlar yavaş yavaş evlerine dönüyor, ortalığı sakinlik kaplıyordu. Sadece tek tük rastlanan seyyar satıcılar göze çarpıyordu. Sahil gibi kafası da yavaş bir şekilde boşalmaya başlamış, beyni düşünmekten bitkin düşmüştü. Aklına düşünecek, hastalığı da dahil hiçbir şey gelmiyordu. Sahilin sonuna gelmiş, geri dönmüş, başına gelmiş, tekrar dönmüştü, kaç kez döndüğünün farkında değildi. Karanlık çökmüş, sokak lambaları yanmış, sahil yeniden hareketlenmiş, evinde yemeğini yiyen kendini sahile atmıştı. O hala amaçsızca git gellerini yapıyordu. Bu umarsız ve amaçsız yürüyüş gece yarısına kadar devam etmişti. O arada telefonu gene bir kaç kez çalmış hiç birisine yanıt vermemişti. Canı kimseyle konuşmak istemiyordu. Adeta nefesi kesilmiş, dili, dudakları uyuşmuştu. Sözcükleri söyleyemeyeceğini düşünüyordu. Beyni bir tür uyuşukluk geçiriyordu sanki.

       Saat kadranları biri gösteriyordu. O yeniden sahili kaplayan büyük kayalardan birinin üzerine oturdu, bir sigara yakıp uzaklara doğru daldı. İki çocuk yapmayı planlıyorlardı; bir kız, bir oğlan. İsimlerini bile düşünmüş kararlaştırmışlardı. Ağlamak istiyordu ama, bir türlü beceremiyordu. Sanki göz yaşları çekilmişti. Ne annesi, ne babası, ne kardeşleri geliyordu aklına, sürekli gelip giden canı gibi sevdiği, sevgilisi ve birlikte kurdukları hayalleri gelip gidiyordu. Kendisinin ölümüyle, sevgilisinin nasıl yıkılacağını tasavvur etmeye çalışıyordu. Hemen mi söylemeliydi, evlenmeli miydi, evlenmemeli miydi, hiç söylemeyip, sonucun doğal olduğu varsayımına mı inandırmalıydı? Çıktığı bir tek sonuç kapısı vardı; her halükarda, sevgilisi çok yıkılacaktı. Bunu önlemenin bir yolu yoktu; üstüne üstlük, kaçınılmaz bir son vardı önünde ve o bu sonu nasıl kabul edebileceği üzerine karara varmak istiyordu. Kafasının içinde düşünceler dönme dolap misali dönüp duruyordu.

       Elini ceketinin iç cebine attı; orada raporlar vardı onları çıkardı. Hepsine tek tek göz attı. Anlamadığı, anlam veremediği bir sürü latince yazılar, rakamlar doluydu kağıtlarda. Kağıtları ters çevirdi, cebinden kalem çıkardı, karanlığı kıran sokak lambasının yarı kör ışığının altında, dizinden yardım alarak kağıda birşeyler yazmaya başladı:
              "Canım gibi sevdiğim kadınım, bunları yazarken nasıl bir dönemeçte olduğumu sana anlatmam imkansız. Biliyorum, bunu okurken göz yaşlarına boğulacaksın ki, bunun acısı bile beni yakıyor. Dahası seni böylesine yüzüstü bırakmış olmanın acısını her daim yaşayacağımı bilmeni istiyorum. Kaderin kötü bir cilvesi geldi yakama yapıştı. Yapabileceklerim içinde en doğrusunu seçtiğime inanıyorum. Benden sonra da hayatın olacak, senden ricam, beni unut demeyeceğim ama, sanki ben varmışım gibi devam etmendir. Senin bütün hayallerini ister istemez ceplerime doldurup gidiyorum, lütfen kızma. Hatta ağlama bile çünkü ben ağlayamıyorum. Bir de, ne olur beni gömerken yüzüğümü çıkarmasınlar. Adın kalbimde ve o yüzükte yazılı. Her daim ben nereye gidersem seni hep yanımda taşıyacağım. Yanında olamayacağım için üzgünüm, sende kızma bana. Bu sonu ben istemedim. Eğer şu an yaptığım şeyi yapmasaydım, ileride daha çok acı çekecektik ikimizde. Üstelik, şu an hayallerimizi ceplerime doldurup onları himaye etmiş olacağım, şu an yaptığımı yapmazsam eğer, hepsi tarumar olacak, ikimizde biteceğiz. O yüzden bana kızma ve benden sonra hayatına devam et. Her zaman kendine iyi bak. Seni çok ama çok seviyorum biricik aşkım." Yazma işi bittikten sonra, ceketini çıkardı ve kayanın üzerine bıraktı; onun üzerine kağıdı, kağıdın üzerine de bir taş bıraktı. Ayağa kalktı, gecenin soğuğunda iyice serinlemiş sulara kendini bıraktı.

şiiradamı

Şiir Üstüne Ahkâm

Şiir üzerine pek çok şey yazıldı, çizildi. Bunlardan benim için önemli olan bir yazıyı paylaşacağım. Hayatında hiç şiir yazmadım diyecek insan sanıyorum iki elin parmaklarını geçmeyecektir. Kalemi kağıdı alıp alt alta yazılan satırların toplamı şiir olabilir mi? Şiir, susadığımız zaman, eğilip içebileceğimiz mahalle çeşmesi ya da bir sebil gibi kullanılabilecek bir şey mi? Bir alt yapı, bir bilgi birikimi, yoğun bir sözcük dağarcığı dahası, derin bir toplumsal algıya sahip olmak gerekmez mi? Şiir yazmak kolay bir şey mi? Bu noktada, sevgili Turgay Fişekçi'nin Haziran-1999 tarihli PAPİRÜS dergisinde kaleme aldığı bir yazıyı aktaracağım. Turgay Fişekçi yalın bir dille bir okyanusu sermiş satırlarına.

İnsanlarımızın şiir diye anladıkları şeyin daha çok "manzume" ya da bir iç dökmenin ötesine geçemediği ortada. İç dökmek için de şiir yazılabilir ama bir yazılı metnin şiir olabilmesi çoğu zaman yeryüzündeki büyük tansıklardan birinin gerçekleşmesi gibidir. Şiir yazmak zor bir şeydir. Önce bunun kavranabilmesi gerekir. Kolay bir uğraş olarak görüldüğü sürece yazılanların şiir katına ulaşabilmesi çok güç. Şiir bir hayat ister. Ülkemizde şiir yazdığını sananların kaçının hayatını şiire verdiklerine bakmak gerekir. Böyle bir ölçüt oranı çok düşürecektir. Ardından da şiire adanan hayatın ortaya çıkardığı ürünlere bakmak gerekir. Bunların içinde Türk ve dünya şiirine katkı yapan, yeni anlatım olanakları yeni duyarlılıklar, yeni yaratı evrenleri ortaya koyabilen ürünler var mı ona bakmak gerekir. Bunlar olmadan, "Ben şiir yazıyorum", diyen şiir heveslilerini şair saymak olanaksızdır. Bunca çok şiir heveslisinin olması ne yazık, bugünkü şiir ortamımız için olumlu gelişmeler sağlayacak bir gizilgüç doğuramamaktadır. Çünkü en başta bu hevesliler, kendileri şiir yazdıklarından olsa gerek, geçmişin ve bugünün şiirini yani ustalarını okumak, daha da ötesinde incelemek gereği duymamaktadırlar. Yazıyor olmaları onlara yetiyor. Oysa şiir yazmak için önce şiirin ne olduğunu anlayabilmek bunun için de ustaları okumak gerekir. Son otuz yılımızın en önemli şiir kitaplarından Oktay Rifat'ın "yeni şiirleri"nin bugüne dek toplam satışı beşbin kadardır. Oysa son otuz yılda en az yirmi bin kişi bir şiir kitabı yayımlamak için dosyasıyla yarışmalara başvurmuştur.

Şiirin nasıl yazıldığı her şairin kendi bileceği iştir. Her şair farklı gereçlerden yararlanarak şiir yazabilir. Her hayatın da yazacağı farklı bir şiir vardır. Ne ki şair, bu kendisindeki farklı yanı bulup ortaya çıkarabilen, dahası bundan şiir üretebilen kişidir. Bunu anlayabilmek derin bir kültür ve duyarlığın birleşmesiyle olabilir ancak. Ortalama eğitim düzeyi üç yıl olan bu ülkede bunca çok şairim diye dolaşan insanın olması ancak kendini ve şiirin ne olduğunu bilmemekle açıklanabilir. Çok başka konularda olduğu gibi şiirde de kendini yeterince bilmeyen bir toplumuz.

Şiirin kimi ortak ilkeleri olsa da bunlar bir şiir yazarını şair yapmaya yetmez. Her şair kendine özgü yeni yöntemler, yollar bulacaktır. Benim başkaları için önerim olamaz, Nasıl şiir yazdığım ise ortada duruyor. Dileyen okur, üstünde düşünür. - T.F. 

Evet, sevgili Turgay Fişekçi'nin kaleminden dökülen bu güzel eleştiride, her okuduğumda farklı şeyler bulmuşumdur. Beni daha iyiyi aramaya itmiş, başucu yazılarımdan birisidir. Yazıda anlatıldığı gibi, bende kendi yolumda, kendi şiir efsanemi yazmak için sürekli okuyor, araştırıyor ve yazmaya çabalıyorum. Ne kadar başarılı olduğumu zaman onaylayacak ya da onaylamayacaktır.

Gerçek olan şu var ki, her kalemi eline alıp, birşeyler karalayanların kendilerine "şair" yaftasını yapıştırmaları, dünya düzleminde Türk şiirine katkı değil yıpratı getirdiği kanısındayım. Zira, okuma düzeyi çok düşük olan ülkemizde, okumadan şiir yazmaya kalkışan, dahası, hiç okumayan şairler olarak kendilerini ortaya atan kişiler, büyük bir erezyonun müsebbibi oluyorlar.

Her şiir, şairinin göz yaşlarıdır...şiiradamı