yaşamın kaçakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Öylesine


ÖYLESİNE

Öyle bir zamandı ki bu; ellerin kutup ayazında buz keserdi. 

Gözlerinde terkedilmiş çocukların masumiyeti dururdu. Hayata anlam katmak için bakardın hep; yalnız yürümenin, birisiyle yürümekle arasındaki farkı anlatırdın. "Birlikte yürüdüğün kişiyle adımların aynı olmalı!" derdin. 

Yalnızlığa gömülmek acıdır, en basitinden sevmeyi bilmeli insanlar.


Terkedilmiş olan kelimelerden oluşturulmuş cümleler arasına sıkışıp kalmamalıyız. Hayatımıza yeni bir anlam yüklemek adına; pırıl pırıl kelimelerle konuşmayı becerebilmeliyiz. Bazen de hiç eskimeyen kelimeler kullanmalıyız; "gülümsemek" gibi, "mutluluk" gibi, "sevmek" gibi.

Acıların tufanına dur diyebilmektir aslında mutlu yaşamak.

İnsan güne, kendine "günaydın" diyerek başlayabilmeli. Kendisiyle başlamalı her güne. İvediyle uyunmuş bir uykunun artığı gibi yatakta bırakmamalı kendisini. Gözleri açıldığı anda yeni güne; ruhu da açılmalı. Evden çıkmak ızdırap olmamalı.

"Her yeni güne, taze bir günebakan gibi başlamalı insan" derdin...şiiradamı






SON NEFES...((hikaye))

     
       Denizden gelen esinti yüzünü ve vücudunun açık yerlerini hafif dokunuşlarla yalıyordu adeta. Bu da ona hoşluk veriyordu. Aldığı her nefes, uzun zaman havasız ortamda kalıp, bol oksijenli ortama çıkan birisinin hislerini yaşatıyordu. Sanki her nefes, ilk acemi nefesti.

       Tadını çıkardığı rüzgar, bir yandan da düz bir şekilde omuzlarından kürek kemiklerine doğru inen saçlarını dalgalandırıyor, okşuyordu. Yüzünde derin bir hüzün vardı. Bakışlarındaki her zaman görülmeye alışılan ışıltı yoktu. Solgun, bıkkın ve yıkık bir hali vardı. Sanki kendisinden başka canlı yokmuş gibi ilgisizdi çevreye karşı.

       Üç gün önce, uzun zamandan beri çektiği rahatsızlık yüzünden yaşadığı acılar arttığı için, korka korka doktora gitmişti. Aslında hem doktorlardan, hem hastanelerden nefret eder, yolunun düşmemesi için elinden gelen gayreti sarfederdi. Bir kaç gündür bedeninde istemeyerek izin verdiği bir yığın testin sonuçlarını bekliyordu. Doktoru her testin sonuçlarına bakarken daha şüpheli bir yüz ifadesi takınıyor, yeni testler istiyor, bir türlü tam bir açıklama yapmıyordu. En sonunda yapılması muhtemel bütün testler bitmiş ve o gün sonuçlar doktoruna ulaşmıştı.

       Doktorla karşı karşıya geldiğinde, doktorun tuhaf bir yüz hali olduğunu hemen anlamıştı. Bu da ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğu izlenimini ortaya sermişti. Bunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Doktor onu kanepeye oturttu, karşısına geçti ve tane tane konuşmaya başladı. Kendi hayatından, yaşadıklarından bir şeyler anlatıyordu. Bu da asıl konuya gelmekte zorluk çektiğinin göstergesiydi. Dayanamayıp, doktora gerçek konuya gelmesini, tespit ettiği hastalığı olduğu gibi, direk yüzüne söylemesini istedi. Doktorun yüzü daha da dağıldı. Konuşması kesildi. Direk hastasının gözlerine baktı ve karaciğer kanseri olduğu, ortalama altı ay kadar ömrünün kaldığını, tümörün çok yayıldığını, temizlenmesinin mümkün olmadığını bir nefeste anlattı ve başını önüne düşürdü.

       Hastalığını öğrendikten sonra hiçbir şey söylemeden, sanki bir dost ziyaretinden gidiyormuşcasına, öylece hastaneden çıkıp, kendini buraya, deniz kenarına atmıştı. Zaten denizi çok severdi ve o an tek istediği şey tam da buydu. Hastalığını aklına getirmemek için olmadık şeyler düşünüyor, hayaller kuruyor, aklını yaşamının gerçeğinden uzak tutmaya çalışıyordu. Hastalığını öğrenmek onda çokta kötü bir sonuç ortaya çıkarmamıştı, metanetle karşılamıştı. Zaten yapacak bir şey de yoktu. Birden gözlerinin önünde sevdiği kızın yüzü belirdi. Onun yüzünü ne zaman görse, sıcacık bir tebessüm açardı kendi yüzünde. Bu dünyada bildiği hiçbir şeyle onu tarif edemiyordu. Sevgilisi onun için yaşamının en değerli şeyiydi. 3 yıldır birlikteydiler ve evlilik olayını yeni yeni konuşmaya başlamışlardı. Harika planları vardı. "Altı ay" dedi mırıldanarak ve yüzündeki gülümese sessizce suya düştü. Esinti serinliği tenine bırakıp geçip gitti.

       Kolundaki saate baktı, vakit akşam zamanını işaret ediyordu. Ufuk kızıllaşmaya, güneş kendini ufuk çizgisinin gerisine saklamaya başlamıştı. Yeniden aklına eskiler geldi. Hastalığını düşünmek istemiyordu ama bir an gayri ihtiyari cenazesini düşündü. Kimler gelirdi acaba, arkasından ne söylenirdi, peki vücudunu o soğuk toprağa koyduklarında neler hissederdi, öldüğü anda neler olacaktı acaba, öbür dünya dedikleri yer nasıl birşeydi, cennet, cehennem neye benziyordu, oraya gittiğinde bir rehberi mi olacaktı, bir mahşer yerine mi benziyordu, öldüğü anda gideceği yer, yoksa hemen anlatıldığı ve aklında kaldığı gibi işlediği günahların ve sevapların sorgusuna mı alınacaktı? Araf denilen yer neredeydi? Peki ya, gömüldükten sonra o mezarlıkta neler olacaktı? Hastalığı onu nasıl öldürecekti, acı hissedecek miydi? İlaç tedavisi, ışın tedavisi derken vücudunun tükenip gideceğini biliyordu. Ölürken, sevgilisinin sevdiği adamdan eser kalmayacağını, yaşayan hayaletten farksız olmayacağını biliyordu, ya da tahmin ediyordu. Bunları yaşamak istemiyordu.

       Oturduğu yerden kalktı. Sahil boyunca dalgın bakışlarla, sanki yarı sarhoşmuşcasına yürümeye başladı. Kafasından bin türlü düşünce geçiyordu. Düşüncelerden çalan telefonun sesi sayesinde sıyrılabildi. Cebinden telefonu çıkardı, ekranda sevgilisin ismi vardı. Bugün doktora geleceğini ve sonuçlar hakkında konuşacaklarını biliyordu. Bir süre ekrana baktı, yüzünü gözlerinin önüne getirdi. Bunu ona nasıl söyleyecekti, dahası söyleyebilecek miydi? Telefonu açtı, kısa bir konuşma oldu, sevgilisine her şeyin yolunda olduğunu, ilaç aldığını ve işine döndüğünü söyledi ve telefonu kapattı. Onun hayallerini yıkmaya hakkı var mıydı?

       Hava iyiden iyiye kararmıştı. Sahili dolduran insanlar yavaş yavaş evlerine dönüyor, ortalığı sakinlik kaplıyordu. Sadece tek tük rastlanan seyyar satıcılar göze çarpıyordu. Sahil gibi kafası da yavaş bir şekilde boşalmaya başlamış, beyni düşünmekten bitkin düşmüştü. Aklına düşünecek, hastalığı da dahil hiçbir şey gelmiyordu. Sahilin sonuna gelmiş, geri dönmüş, başına gelmiş, tekrar dönmüştü, kaç kez döndüğünün farkında değildi. Karanlık çökmüş, sokak lambaları yanmış, sahil yeniden hareketlenmiş, evinde yemeğini yiyen kendini sahile atmıştı. O hala amaçsızca git gellerini yapıyordu. Bu umarsız ve amaçsız yürüyüş gece yarısına kadar devam etmişti. O arada telefonu gene bir kaç kez çalmış hiç birisine yanıt vermemişti. Canı kimseyle konuşmak istemiyordu. Adeta nefesi kesilmiş, dili, dudakları uyuşmuştu. Sözcükleri söyleyemeyeceğini düşünüyordu. Beyni bir tür uyuşukluk geçiriyordu sanki.

       Saat kadranları biri gösteriyordu. O yeniden sahili kaplayan büyük kayalardan birinin üzerine oturdu, bir sigara yakıp uzaklara doğru daldı. İki çocuk yapmayı planlıyorlardı; bir kız, bir oğlan. İsimlerini bile düşünmüş kararlaştırmışlardı. Ağlamak istiyordu ama, bir türlü beceremiyordu. Sanki göz yaşları çekilmişti. Ne annesi, ne babası, ne kardeşleri geliyordu aklına, sürekli gelip giden canı gibi sevdiği, sevgilisi ve birlikte kurdukları hayalleri gelip gidiyordu. Kendisinin ölümüyle, sevgilisinin nasıl yıkılacağını tasavvur etmeye çalışıyordu. Hemen mi söylemeliydi, evlenmeli miydi, evlenmemeli miydi, hiç söylemeyip, sonucun doğal olduğu varsayımına mı inandırmalıydı? Çıktığı bir tek sonuç kapısı vardı; her halükarda, sevgilisi çok yıkılacaktı. Bunu önlemenin bir yolu yoktu; üstüne üstlük, kaçınılmaz bir son vardı önünde ve o bu sonu nasıl kabul edebileceği üzerine karara varmak istiyordu. Kafasının içinde düşünceler dönme dolap misali dönüp duruyordu.

       Elini ceketinin iç cebine attı; orada raporlar vardı onları çıkardı. Hepsine tek tek göz attı. Anlamadığı, anlam veremediği bir sürü latince yazılar, rakamlar doluydu kağıtlarda. Kağıtları ters çevirdi, cebinden kalem çıkardı, karanlığı kıran sokak lambasının yarı kör ışığının altında, dizinden yardım alarak kağıda birşeyler yazmaya başladı:
              "Canım gibi sevdiğim kadınım, bunları yazarken nasıl bir dönemeçte olduğumu sana anlatmam imkansız. Biliyorum, bunu okurken göz yaşlarına boğulacaksın ki, bunun acısı bile beni yakıyor. Dahası seni böylesine yüzüstü bırakmış olmanın acısını her daim yaşayacağımı bilmeni istiyorum. Kaderin kötü bir cilvesi geldi yakama yapıştı. Yapabileceklerim içinde en doğrusunu seçtiğime inanıyorum. Benden sonra da hayatın olacak, senden ricam, beni unut demeyeceğim ama, sanki ben varmışım gibi devam etmendir. Senin bütün hayallerini ister istemez ceplerime doldurup gidiyorum, lütfen kızma. Hatta ağlama bile çünkü ben ağlayamıyorum. Bir de, ne olur beni gömerken yüzüğümü çıkarmasınlar. Adın kalbimde ve o yüzükte yazılı. Her daim ben nereye gidersem seni hep yanımda taşıyacağım. Yanında olamayacağım için üzgünüm, sende kızma bana. Bu sonu ben istemedim. Eğer şu an yaptığım şeyi yapmasaydım, ileride daha çok acı çekecektik ikimizde. Üstelik, şu an hayallerimizi ceplerime doldurup onları himaye etmiş olacağım, şu an yaptığımı yapmazsam eğer, hepsi tarumar olacak, ikimizde biteceğiz. O yüzden bana kızma ve benden sonra hayatına devam et. Her zaman kendine iyi bak. Seni çok ama çok seviyorum biricik aşkım." Yazma işi bittikten sonra, ceketini çıkardı ve kayanın üzerine bıraktı; onun üzerine kağıdı, kağıdın üzerine de bir taş bıraktı. Ayağa kalktı, gecenin soğuğunda iyice serinlemiş sulara kendini bıraktı.

şiiradamı

Sırtçı .. "Kaçakçının gizli Öyküsü"((öykü))

Her Sırtçının bir hayatı vardır ama
asla bir resmi yoktur...


       Kelimelerin, insanların beyninden silindiği zamanlar vardır hani! Konuşmak istersiniz de, kelimeler dilinizden dökülmek nedir bilmezler. Güçlük çekersiniz kendinizi ifade etmekte. İnsanlar sizleri anlamaz, anlayamaz, anlamak istemezler.

       Var olmakla, yok olmak arasında, olmayan, hissedildiği zamanlarda size görünen bir yer vardır. Anlatamazsınız. Ne varsınızdır, ne yoksunuzdur. Zaman, mekan, cisim elle tutulamayacak kadar yok; hislerde yankılar yaratacak kadar vardırlar

       Bir yaşam kavgasının orta noktasında sizi bir şeyler, bir anda hayattan koparıverir. Sizin istekleriniz önemli değildir. Yaşamak için savaşırsınız ama, özel isteklerinize yer yoktur; bir hiç olduğunuz her zaman size hissettirilir bu ağır yükün altında. Her gününüz bir öncekinden daha berbat geçecektir. Bunu bütün hücrelerinize kadar hissedersiniz; yaşamınızın bir parçası olur bu duygu.

       Bunları yazmak farklıdır, yaşamaksa daha farklı. İnsan olayların içine girince gerçekleri anlıyor.

       Sırtçılık. Bence dünyanın en zor işidir. Kaçakçılık yapanlar bilirler. Suriye'den Türkiye'ye mal kaçıranlar.Bunların tuttuğu insanlar vardır: SIRTÇILAR. Kaçakçılar para babası, sırtçılar üç kuruşa hayatlarını pazarlayan emekçiler. Ne kadar yaptıkları kaçakta olsa, sonuçta ekmek parası, geçim dünyasının emekçileridir sırtçılar.

       Belki, hepimiz kaçak bir şeyler kullanmışızdır. En azından, sigara içenler mutlaka kaçak sigara içmiştir. Bilmeyiz ki bunun arkasında neler vardır

       Bir sırt, 100 ile 120 kilo ağırlığında, harar çuval denilen, devasa çuvallara denir. Sırtçılar, bu dört kişinin dahi taşımakta zorlandığı devasa sırtları, gerek mayınlı tarlada, gerekse gidecekleri noktaya kadar (bu yol sürülü tarla olur, dağ, tepe, ırmak olur fark etmez onlar için) bir çırpıda sırtlanır, koşarak gece karanlığında en kısa sürede ulaşırlar.

       İşte böyle bir sırtçıydı Ökkeş. Boylu, poslu, kaslı, diri sicim gibi bir vücuda sahipti. 23-24 yaşlarında bir delikanlıydı. İki senedir nişanlıydı ve evlenebilmek, mutlu bir yuva kurabilmek için para biriktirmesi gerekiyordu Ökkeş'in. Çalışabileceği pek iş yoktu. Gündüzleri tarlalarda çalışıyor, geceleri kaçaklarda sırtçılık yapıyordu. Hayatını tehlikeye atarak mutlu bir yuvanın temellerini oluşturmaya çabalıyordu.

       Sırtçıların, en çok korktuğu sınır boyundaki askerden mermi yemektir. Ökkeş'inde korkusu buydu. Bunun dışında mayından bile korkmazlardı. Çünkü, sırtçı kafilesinin başında mutlaka bir MAYINCI vardır ve gidecekleri yolu adım adım o belirleyerek, onları mayının gazabından korurdu.

       Asker, ne kadar anlaşılmış olsa da, plan bozulup zamansız bir baskında, mutlaka ateş edebilirdi. Genelde havaya ateş edilse de, kör kurşunun nereye gideceği bilinmez ve kurşundan hesap sorulmazdı. Sonuçta onlar bir suç işliyorlardı.

       Gene öyle bir gece, Ökkeş'in anlaştığı kafile Suriye'den Türkiye'ye çay ve sigara sırtlarını geçiriyorlardı. Askerle işi bağlamak kaçakçının işiydi. Geçiş olacağı zamanlar onlar çoğunlukla bundan emindirler ama, temkinlidirler de aynı zamanda.

       Üç yüz tane sırt vardı, yirmi sırtçı vardı. Yarım saatte sırtlar Türkiye tarafında, iki kilometre mesafede bir bağ evine getirilmesi gerekiyordu. Anlaşmalar tamamdı. Ortalık sütlimandı. Suriye tarafında, Türkiye tarafında devriyeler çekilmişti. Mayıncı yolu belirlemiş, mayınlı sahaya halılar serilmiş, tel örgüler kancalarla açılmış, iz tarlasına sehpalar atılmış, her şey hazırlanmıştı. Ve start verildi. Sırtçılar koşar adımlarla ama koşmadan, hızlı ama acele etmeden sırtları Türkiye'ye geçirmeye başlamışlardı. Her şey yolunda gidiyordu. Hiç kimse planlananın dışına çıkmadan karınca gibi yüzer kiloluk sırtları taşıyor, akan tere yorgunluğa aldırmıyorlardı. Hayat sigortalarını hiç düşünmüyorlardı.

       Sırtların iki yüz tanesi kazasız belasız geçmişti. Kimsenin ne olduğunu anlayamadığı bir anda; bir gürültü koptu. Hava birden aydınlandı bir an. Havada çıvgın gibi, yanan bir mermi sırtçılara doğru ilerledi. Acı bir bağırma sesi geceyi, kör bir bıcak gibi yırttı. Sırtçılardan birisi yaralanmıştı. Bu bir baskındı. Nasıl olduğunu kimse anlayamamıştı. Herkes çil yavrusu gibi, yakalanmamak için dağılmışlardı. Arkalarından mermi yağıyordu. Yaralanan kimdi acaba? Bunun, bir kisi dışında hiç kimse için bir anlamı yoktu o anda.

       Ökkeş kazandığı paralarla birçok eşyasını tamamlamış ve ziynet eşyasının bir kısmınıda almıştı. Biraz daha çalışıp, evlendikten sonra bu işi bırakacaktı. Ama kör kurşun o gece gelmiş Ökkeş'in sol elini bulmuştu. Kurşun onu tam bileğinden vurmuştu, bileği onulmaz bir halde paramparça olmuştu.

       Geceyi saklanarak geçirdiler. Ökkeş kanayan, darmadağın olmuş bileğini acısını içine gömerek, gömleğiyle sarmıştı. Sabahın olmasını bekliyordu buna da şükür. Kafasından da vurulabilirdi ya da vücudunun herhangi bir yerinden. Buna da şükürdü. Allah onun evlenip çoluk çocuğa karıştığını görmesini istemişti.

       Sabah olunca onu tedaviye götürmüştü kaçakçı. ama gizlice. Jandarmanın duymaması gerekiyordu, öyle de oldu. ama Ökkeş'in sol elinin bileğinden kesilmesi gerekiyordu. Buna da şükürdü. Altı üstü bir sol el. Canından da olabilirdi.

       Nişanlısı olanları öğrenince günlerce ağlamıştı. ama ağlamanın, üzülmemin anlamı yoktu. Evlenebilmeleri için daha para gerekiyordu. Zaman zaman Ökkeş "ah benimde babam olsaydı" diye içinden geçirirdi. Ama yoktu işte, mayın almıştı babasını; olsun du, buna da şükürdü. Yaşıyordu ve sevdiği kızla evlenebilecekti.

       İyileşir iyileşmez Ökkeş tekrar işe çıkmaya hazırlandı. Bu kez elektronik eşya gelecekti. Gündüz nişanlısı ne kadar yalvardıysa onu vazgeçiremedi. Elektronik sırtın ücreti daha fazlaydı. Bunu kaçıramazdı. Bundan sonra belkiydi.

       Ökkeş o gece Allah'a yalvararak, bildiği bütün duaları okuyarak gitmişti sırta. Nişanlısı ise evde durmadan Ökkeş için Allah'a yalvarıyordu. Biricik nişanlısına bir şey olmasındı. Bu sondu.

       Her şey hazırdı. Ortalık yatışmıştı, devriyeler yuvalarına çekilmiş, mayınlı tarlada pasavan belirlenmiş, iz tarlası, tel örgüler halledilmiş geçirilecek sırtlar Suriye tarafına çoktan gelmiş, onları bekliyordu. Son kontrollerden sonra sırtçılar geçtiler Suriye'ye

       Tekrar hummalı bir çalışma başlamıştı. Sınırlar arası alış verişti bu. Karıncaların yuvaya yem taşımalarına şahit olmuşuzdur. Tek sıra halindedirler ve sıra asla bozulmaz, kimse kimseye engel olmaz. Sırtçılarda karıncalar gibiydi. Onları koruyan Allah inançları ve gecenin koyu karanlığıydı yol göstericileri ise azimleriydi.

       Sırtlar neredeyse bitmişti. Son sırtlar geliyordu. Türkiye'ye geçen sırtçı karanlıkta kayboluyordu. Ortada kimse görünmüyordu. Ökkeş en son sırtta en son adamdı. Yüreği yerinde durmuyordu. Terliyordu. Ama bu terleme her zamankine benzemiyordu; buz taneleri dökülüyordu adeta ter yerine. Anlam veremiyordu. Anlamsız bir korku, bütün benliğini sarmıştı. O an kesin kararını verdi; son sırttı, son adamdı, son işti, mayın tarlaları son, iz tarlaları son, sırtçılık sondu. Bu korkuları bir daha yaşamak istemiyordu. Artık başka işe bakacaktı. buna da şükürdü.

       Ama olmadı. Şansızlık bu! Adama yapıştığı zaman bırakmıyor işte. Tel örgüye neredeyse varmıştı; birkaç adım daha. Ama son adım oldu. Bir topuk mayınına bastı, yolun dışında. Bir anda gökyüzü aydınlandı. Tel örgüler, kopan et parçalarıyla doldu. Dünya bir anda karardı tekrar, kemikler, etler, kanlar, korkular...

       Ökkeş sırtla birlikte olduğu yere yığılmıştı. Patlamayı duyan askerler havaya doğru ateş etmeye başlamışlardı. Ortalıkta kimse yoktu. Ökkeş'in yardımına kimse koşamamıştı.

       Ökkeş'in dünyası tekrar tekrar başına çökmüştü. Nişanlısı geldi gözünün önüne. Evlendiklerini, mutlu bir yuva kurduklarını, çocuklarının olduğunu düşündü. Nişanlısı iki taneden fazla olmaz diyordu çocuk için. Olsun du. İki tanede güzeldi. Zaten o da fazlasını istemiyordu ki. ayağı acıyordu. Bir an eliyle dokunmak istedi ayağına. O an acı bir feryat bütün mayınlı tarlayı ve mıntıkayı kapladı. Kapladı ve o feryat havada karanlıkta asılı kaldı.

       Var olmakla yok olmak arasındaki o belirsiz nokta. Hissedildiği zamanlarda hüküm sürdüğü nokta. Anlatılmayan. Var mısınız yok musunuz? Zaman, mekan, cisimler, insanlar neredeler; ne oldular? Yaşamak mı oyunun adı? Ne olursa olsun buna da şükür. Daha yaşanacaklar, yazılacaklar bitmedi şükür.

16 temmuz 98 - şiiradamı