yanılsama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Şairin İdamı


ŞAİRİN İDAMI

Her şair kendi idamını yazar aslında tarihine
Kalemine kan düşer iktidarın kazanından
Kemirir cehalet körpe beyinleri
Tarih yandaşların egolarını okşar
Şair kurban şeçilir isyanın bayrağında

Milletin şiarıdır, geçmişin hafızasıdır
Keskin palalarla ağırca kazınır
Nehirler kusar, dağlar haykırır
Bir cenin düşer vatanın rahmine
Şair kör pusulanın yitik yönünde kalır.

Bir şair ağlar, millet susar, millilik düşer
vasiyeti seneden seneye geçer
Haykırmak zamanıdır ey halkım
Toprağın bağrını yırtmak tırnaklarınla
Bir şair ölür bütün sehpalar idam olur...şiiradamı





SON NEFES...((hikaye))

     
       Denizden gelen esinti yüzünü ve vücudunun açık yerlerini hafif dokunuşlarla yalıyordu adeta. Bu da ona hoşluk veriyordu. Aldığı her nefes, uzun zaman havasız ortamda kalıp, bol oksijenli ortama çıkan birisinin hislerini yaşatıyordu. Sanki her nefes, ilk acemi nefesti.

       Tadını çıkardığı rüzgar, bir yandan da düz bir şekilde omuzlarından kürek kemiklerine doğru inen saçlarını dalgalandırıyor, okşuyordu. Yüzünde derin bir hüzün vardı. Bakışlarındaki her zaman görülmeye alışılan ışıltı yoktu. Solgun, bıkkın ve yıkık bir hali vardı. Sanki kendisinden başka canlı yokmuş gibi ilgisizdi çevreye karşı.

       Üç gün önce, uzun zamandan beri çektiği rahatsızlık yüzünden yaşadığı acılar arttığı için, korka korka doktora gitmişti. Aslında hem doktorlardan, hem hastanelerden nefret eder, yolunun düşmemesi için elinden gelen gayreti sarfederdi. Bir kaç gündür bedeninde istemeyerek izin verdiği bir yığın testin sonuçlarını bekliyordu. Doktoru her testin sonuçlarına bakarken daha şüpheli bir yüz ifadesi takınıyor, yeni testler istiyor, bir türlü tam bir açıklama yapmıyordu. En sonunda yapılması muhtemel bütün testler bitmiş ve o gün sonuçlar doktoruna ulaşmıştı.

       Doktorla karşı karşıya geldiğinde, doktorun tuhaf bir yüz hali olduğunu hemen anlamıştı. Bu da ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğu izlenimini ortaya sermişti. Bunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Doktor onu kanepeye oturttu, karşısına geçti ve tane tane konuşmaya başladı. Kendi hayatından, yaşadıklarından bir şeyler anlatıyordu. Bu da asıl konuya gelmekte zorluk çektiğinin göstergesiydi. Dayanamayıp, doktora gerçek konuya gelmesini, tespit ettiği hastalığı olduğu gibi, direk yüzüne söylemesini istedi. Doktorun yüzü daha da dağıldı. Konuşması kesildi. Direk hastasının gözlerine baktı ve karaciğer kanseri olduğu, ortalama altı ay kadar ömrünün kaldığını, tümörün çok yayıldığını, temizlenmesinin mümkün olmadığını bir nefeste anlattı ve başını önüne düşürdü.

       Hastalığını öğrendikten sonra hiçbir şey söylemeden, sanki bir dost ziyaretinden gidiyormuşcasına, öylece hastaneden çıkıp, kendini buraya, deniz kenarına atmıştı. Zaten denizi çok severdi ve o an tek istediği şey tam da buydu. Hastalığını aklına getirmemek için olmadık şeyler düşünüyor, hayaller kuruyor, aklını yaşamının gerçeğinden uzak tutmaya çalışıyordu. Hastalığını öğrenmek onda çokta kötü bir sonuç ortaya çıkarmamıştı, metanetle karşılamıştı. Zaten yapacak bir şey de yoktu. Birden gözlerinin önünde sevdiği kızın yüzü belirdi. Onun yüzünü ne zaman görse, sıcacık bir tebessüm açardı kendi yüzünde. Bu dünyada bildiği hiçbir şeyle onu tarif edemiyordu. Sevgilisi onun için yaşamının en değerli şeyiydi. 3 yıldır birlikteydiler ve evlilik olayını yeni yeni konuşmaya başlamışlardı. Harika planları vardı. "Altı ay" dedi mırıldanarak ve yüzündeki gülümese sessizce suya düştü. Esinti serinliği tenine bırakıp geçip gitti.

       Kolundaki saate baktı, vakit akşam zamanını işaret ediyordu. Ufuk kızıllaşmaya, güneş kendini ufuk çizgisinin gerisine saklamaya başlamıştı. Yeniden aklına eskiler geldi. Hastalığını düşünmek istemiyordu ama bir an gayri ihtiyari cenazesini düşündü. Kimler gelirdi acaba, arkasından ne söylenirdi, peki vücudunu o soğuk toprağa koyduklarında neler hissederdi, öldüğü anda neler olacaktı acaba, öbür dünya dedikleri yer nasıl birşeydi, cennet, cehennem neye benziyordu, oraya gittiğinde bir rehberi mi olacaktı, bir mahşer yerine mi benziyordu, öldüğü anda gideceği yer, yoksa hemen anlatıldığı ve aklında kaldığı gibi işlediği günahların ve sevapların sorgusuna mı alınacaktı? Araf denilen yer neredeydi? Peki ya, gömüldükten sonra o mezarlıkta neler olacaktı? Hastalığı onu nasıl öldürecekti, acı hissedecek miydi? İlaç tedavisi, ışın tedavisi derken vücudunun tükenip gideceğini biliyordu. Ölürken, sevgilisinin sevdiği adamdan eser kalmayacağını, yaşayan hayaletten farksız olmayacağını biliyordu, ya da tahmin ediyordu. Bunları yaşamak istemiyordu.

       Oturduğu yerden kalktı. Sahil boyunca dalgın bakışlarla, sanki yarı sarhoşmuşcasına yürümeye başladı. Kafasından bin türlü düşünce geçiyordu. Düşüncelerden çalan telefonun sesi sayesinde sıyrılabildi. Cebinden telefonu çıkardı, ekranda sevgilisin ismi vardı. Bugün doktora geleceğini ve sonuçlar hakkında konuşacaklarını biliyordu. Bir süre ekrana baktı, yüzünü gözlerinin önüne getirdi. Bunu ona nasıl söyleyecekti, dahası söyleyebilecek miydi? Telefonu açtı, kısa bir konuşma oldu, sevgilisine her şeyin yolunda olduğunu, ilaç aldığını ve işine döndüğünü söyledi ve telefonu kapattı. Onun hayallerini yıkmaya hakkı var mıydı?

       Hava iyiden iyiye kararmıştı. Sahili dolduran insanlar yavaş yavaş evlerine dönüyor, ortalığı sakinlik kaplıyordu. Sadece tek tük rastlanan seyyar satıcılar göze çarpıyordu. Sahil gibi kafası da yavaş bir şekilde boşalmaya başlamış, beyni düşünmekten bitkin düşmüştü. Aklına düşünecek, hastalığı da dahil hiçbir şey gelmiyordu. Sahilin sonuna gelmiş, geri dönmüş, başına gelmiş, tekrar dönmüştü, kaç kez döndüğünün farkında değildi. Karanlık çökmüş, sokak lambaları yanmış, sahil yeniden hareketlenmiş, evinde yemeğini yiyen kendini sahile atmıştı. O hala amaçsızca git gellerini yapıyordu. Bu umarsız ve amaçsız yürüyüş gece yarısına kadar devam etmişti. O arada telefonu gene bir kaç kez çalmış hiç birisine yanıt vermemişti. Canı kimseyle konuşmak istemiyordu. Adeta nefesi kesilmiş, dili, dudakları uyuşmuştu. Sözcükleri söyleyemeyeceğini düşünüyordu. Beyni bir tür uyuşukluk geçiriyordu sanki.

       Saat kadranları biri gösteriyordu. O yeniden sahili kaplayan büyük kayalardan birinin üzerine oturdu, bir sigara yakıp uzaklara doğru daldı. İki çocuk yapmayı planlıyorlardı; bir kız, bir oğlan. İsimlerini bile düşünmüş kararlaştırmışlardı. Ağlamak istiyordu ama, bir türlü beceremiyordu. Sanki göz yaşları çekilmişti. Ne annesi, ne babası, ne kardeşleri geliyordu aklına, sürekli gelip giden canı gibi sevdiği, sevgilisi ve birlikte kurdukları hayalleri gelip gidiyordu. Kendisinin ölümüyle, sevgilisinin nasıl yıkılacağını tasavvur etmeye çalışıyordu. Hemen mi söylemeliydi, evlenmeli miydi, evlenmemeli miydi, hiç söylemeyip, sonucun doğal olduğu varsayımına mı inandırmalıydı? Çıktığı bir tek sonuç kapısı vardı; her halükarda, sevgilisi çok yıkılacaktı. Bunu önlemenin bir yolu yoktu; üstüne üstlük, kaçınılmaz bir son vardı önünde ve o bu sonu nasıl kabul edebileceği üzerine karara varmak istiyordu. Kafasının içinde düşünceler dönme dolap misali dönüp duruyordu.

       Elini ceketinin iç cebine attı; orada raporlar vardı onları çıkardı. Hepsine tek tek göz attı. Anlamadığı, anlam veremediği bir sürü latince yazılar, rakamlar doluydu kağıtlarda. Kağıtları ters çevirdi, cebinden kalem çıkardı, karanlığı kıran sokak lambasının yarı kör ışığının altında, dizinden yardım alarak kağıda birşeyler yazmaya başladı:
              "Canım gibi sevdiğim kadınım, bunları yazarken nasıl bir dönemeçte olduğumu sana anlatmam imkansız. Biliyorum, bunu okurken göz yaşlarına boğulacaksın ki, bunun acısı bile beni yakıyor. Dahası seni böylesine yüzüstü bırakmış olmanın acısını her daim yaşayacağımı bilmeni istiyorum. Kaderin kötü bir cilvesi geldi yakama yapıştı. Yapabileceklerim içinde en doğrusunu seçtiğime inanıyorum. Benden sonra da hayatın olacak, senden ricam, beni unut demeyeceğim ama, sanki ben varmışım gibi devam etmendir. Senin bütün hayallerini ister istemez ceplerime doldurup gidiyorum, lütfen kızma. Hatta ağlama bile çünkü ben ağlayamıyorum. Bir de, ne olur beni gömerken yüzüğümü çıkarmasınlar. Adın kalbimde ve o yüzükte yazılı. Her daim ben nereye gidersem seni hep yanımda taşıyacağım. Yanında olamayacağım için üzgünüm, sende kızma bana. Bu sonu ben istemedim. Eğer şu an yaptığım şeyi yapmasaydım, ileride daha çok acı çekecektik ikimizde. Üstelik, şu an hayallerimizi ceplerime doldurup onları himaye etmiş olacağım, şu an yaptığımı yapmazsam eğer, hepsi tarumar olacak, ikimizde biteceğiz. O yüzden bana kızma ve benden sonra hayatına devam et. Her zaman kendine iyi bak. Seni çok ama çok seviyorum biricik aşkım." Yazma işi bittikten sonra, ceketini çıkardı ve kayanın üzerine bıraktı; onun üzerine kağıdı, kağıdın üzerine de bir taş bıraktı. Ayağa kalktı, gecenin soğuğunda iyice serinlemiş sulara kendini bıraktı.

şiiradamı

Kocaman Bir Fiyaskomen - Küçük İskender

psikonevrotik
     
     


       Fiyaskomen diye bir sözcük bizim edebiyatımızda yok tabi ki ama, ben uydurdum. Hani Fransızca'dan dilimize ilhak olan "Fenomen = duyularla algılanabilen şey" anlamını taşıyan ama bizim genelde yanılsatarak; "sadece şaşırtıcı ya da sıradışı şeyler" için kullandığımız sözcük biraz esin kaynağım oldu. Benim uydurukçamdan çıkan bu sözcükümsü şey, üzerine cuk diye oturduğu kişi kadar saçma ama, onu anlatabilecek daha başka bir sözcük bulamadım. Mahlası Küçük İskender olan, Derman İskender Över, edebiyatımız için tam manasıyla bir "fiyaskomen"dir.

       Bunu böyle yazıyorum diye kızanlar olacaktır belki, olsun, kızsınlar sorun değil; kendisigillerden olmayanı mağmaya gönderen, kendisigillerden olanı kırbaca vuran, iç dünyasındaki tutarsızlığı, yazdıklarıyla bütün okuyanlara bulaştıran, psikonevrotik (Psikonevrotik reaksiyon (psychoneurotic reaction) Kişinin aşırı kaygılı, perişan ve huzursuz olması, çalıştığı işyerinde veya birlikte yaşadığı insanlarla olan ilişkilerinde uyumsuzlaşmaya başlaması biçiminde ortaya çıkan davranış bozukluğu.) yapıda bir insan. Sanatla ilgilenen insanların, sıradışı bir ikinci kişilik geliştirdikleri ve çoğu zaman kendileriyle çeliştiği çokta gizil bir durum değil tabiki. Söz konusu olan, ikincil kişiliğe sahip olmak değil, bu ikincil kişiliğin, eserlerine tamamiyle hakim olması, durmadan kin kusması hali, ortaya çıkınca vehamet doğuyor.

       Afaki basın araçları, gündeme getirecek dahada boş birşeyleri bulamadığı bir anda, incir çekirdeğini doldurmayan saçma bir tartışmayı manşetlerine taşımıştı. Küçük İskender mahlasındaki arkadaşta böylesi bir tartışmanın tarafı olarak insanlara yansıtıldı. Zaten adının duyulması da o olaydan sonra gerçekleşti. Kendi sayfasını ya da bazı yerlerde arkadaşın hayatına dair notları okursanız; ödüller aldığı falan yazar. Şimdi, akıla şöyle bir soru geliyor; psikonevrotik unsurlarla dolu, saldırgan, kin, nefret kusan sözcük öbeklerini tutup bir edebiyat yarışmasında derecelendiriyorsanız bunun adı, ya işgüzarlıktır, ya da yalakalıktır değil mi?. Aldığı ödüller hayırlı uğurlu olsun.

       Yazdıkları o kadar yoğun bir pesimistlik(kötümserlik) içerir ki; bir anda beyninizin korteksine etki etmeye başlar. Yazan kişi(!) içini bürüyen pesimist kurumunu çalar yazılarına, şiirlerine ve okuyan herkesin nasiplenmesini ister sanki. Onun yazıtlarını okumak, şizofrenik kuyuya gözü kapalı dalmak gibidir. Okuyucu infiali yaratma çabasını, kalemi her eline aldığında kağıda olduğu gibi döktürür. Cinsellikle durmak bilmeyen bir didişmesi vardır. Kendi eğiliminin, iç dünyasında yarattığı yaradan mütevellit, cinsel bütün eylemlere karşı cephe almış durumdadır. Hani kendisigiller diye bahsetmiştim ya; işte o kendisigiller, aynı eğilimi taşıdığı insanlardır ama, bununla aralarında derin bir çukur vardır. Bu şahıs, zehirini boşaltacak yer arar durmadan diğerlerinin aksine. Sevişmeyle, seksle aklını bozmuş fiyaskomen, yaşamın bütün zararlılarını bir bardak çaymış gibi sunmayı maharet sayan dışkılanmış arabesk yazılarıyla, beyinlerin küçük düşünmesini, büyük düşünmek gibi gösteren hilebazdır aslında. Soğuk, nefret dolu, illegal-legal saldırganlık onun ruhundan sızıp kağıda dökülür. Arabeskin böylesine yağlısı, düşmanlık kokanı, zaten yoksunluklar içindeki insanlar tarafından büyük bir nimetmiş gibi algılanır ve kabul edilir.

       "Orospuların amorti organlarını anlat" - düzenli seks yapan ırmaklar kabilesi- diyerek, diğergilleri ne kadar aşağılayabileceğinin resmini çizmektedir. Cehennemin resmini yapmaya soyunur durmadan. Sadece cehennemin değil, cehennemde yanan ruhların acılarını yansıtır. Edebiliği, kimsesizler mezarlığına gömer ve dilin bütün bayağılığını, adiliğini, basitliğini, düzenbazlığını kendine sürüm yapar. Yoz düşüncelerin yobaz anlatıcısı aynı yazısında "canın sıkılıyorsa bana bir deneme yaz, eşcinsellerin kaç deliği olduğunu tez haline getiren" demektedir. Kendisigillere açık dille aşağılayıcı bir saldırı sergilemektedir. Ona göre, dünyada bir tek o olmalı. Onun dışındakiler diğergillerdir ve her türlü kötülüğü hakedenlerdir. Pesimistliğinin psikonevrotik yapısının kurbanı eder, gözünün ulaştığı herkesi. İnsana dair ne varsa, harman edilir onun beyin ve bozuk ahlak harmanında.

       Bunu okuyan hiç kimse, şöyle bir yanılsama sonuca varmasın: "kıskançlık sonucu kaleme alınmış bir eleştiri". Hayır, kesinlikle öyle değil. Ben sadece, okuyanlarda infial yaratan bu hastalıklı beyine dikkat çekmek için böyle bir yazıyı kaleme aldım. Başka yazarlarda olacak kalemime konu olan. Fakat, fiyaskomen'imiz, sapkınlık noktasında kesinlikle rakip tanımadan, beyinlerin korteksine sızıp, insanlar arası düşmanlık tohumlarını ekmektedir. Böylesine, doğrudan insanları birbirine düşman eden bir edebiyatın varlığını ben inkar ediyorum. Tamam, edebiyatın konusu insana dair herşey olabilir; yalnız, konu olan şeyler, yazan kişi dışında herkesin birbirini suçlamasına yol açacak noktadaysa, bu kurgusal ikirciklik yaratma senaryolarını edebiyattan saymam asla. Edebiyat eser(ler)i insanlara olumlu yönde şeyler katıp, yaşam kalitesini yükseltmeyi hedef edinmelidir. Çöplükte esrar içmeyi öneren, kimi bulursan onunla yat tavsiyesini durmadan yineleyen, kötü barların sidik kokan tuvaletlerinde damarlarını deş diyen yazılar asla edebiyat eseri olamaz. Doğal olarak o tür şeyleri ortaya koyan ya da koyanlara da edebiyatçı denemez...

21/01/11 - şiiradamı