hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Fulya'nın Hikayesi


Bir yılgınlığın eseriydi Fulya. Bir garip girmişti hayatıma. Yaşadıklarını öğrenince başına gelen herşeyin bir garip olduğunu gördüm. Daha yirmi yedisinde bir kadındı. göz bebeklerindeki hüzünlü buğu, yağmur öncesi bungunluk ve gizli bir ferahlık saklardı içinde. Ağlamaklı bakışları, yılların acısını taşıyordu renklerinde. Güzel bir yüzü vardı. Kısa saçları yüzünün tüm güzelliğini seriyordu ortaya. Fulya, tedirginlik içinde, ürkek, anlamsız bir savunu tepkisi içinde saldırmaya hazır bir kedi yavrusu gibiydi.

Fulya'yla, yıldızsız bir gökyüzü, büyücü karanlık altında yağan bir yağmur içinde karşılaştım. Açlık, korku, yalnızlık onu sömürmüş gecenin kuytularına terk etmişti. Ben tüm sinir ve ateşimle kendimi yağmurlu karanlık denizine bırakmıştım. Gene düşünceler, gene buhranlar beni sarmıştı. Sokakların çıplaklığında bir "ben" gibiydim.  Selma ile yaptığım konuşma tüm gün beni etkisinden bırakmamıştı. Nedense, hali benden daha vahim olan birisiyle karşılaştığımda tüm sıkıntılarımı, tüm yılgınlığımı unutur, ona ulaşmak için kimlik değiştiririm. Fulya'ya da rastladığımda böyle oldu. Karanlık köşede onu ağlar halde görmüştüm. Ona yaklaştım. İlk anda onun bir kadın olduğunu farkedememiştim. Ağladığından bile haberim yoktu. Zira yüzünü görmüyordum. Olduğunca hareketsiz köşede, dizlerini kendine çekmiş, elleriyle kafasını, dizlerinin arasına sokmuş, dev topacı andırır halde, hareketsiz, terkedilişini üzerine çekip kalmıştı.

Merakla ona doğru yaklaştım. Belki dedim, konuşuruz:
"-Selam arkadaşım. Gecenin karanlığında yolunu yitirenlerdensin sende. Gel seninle karanlığını yırtalım."

Çoğu gece serkeştleriyle oturup konuştuğum onlar gibi olur diye beklerken, o şekilde yaklaşırken, birden beklemediğim bir tepki ile karşılaştım. Kafasını kaldırmasıyla, yanından bir taşı bana fırlatması bir oldu. Neye uğradığımı şaşırmış, taşı zor savuşturmuştum. Ellerimi kaldırdım. Bir adım geri çekildim.

"-Hey! Ben dostum uzaylı! Sana taş atıp, kötülük yapmak niyetinde değilim; amacım sadece dostluk. İstemiyorsan giderim. Seni korkutmak istemezdim."

Eline başka bir taş almış, kin fışkıran gözleriyle, çatık kaşlarının altından bana bakıyordu. Taşı tutan eli havadaydı. Atmakla atmamak arasında bir tek adımın olduğunu anladım.

"-Tamam, tamam! Sende yalnızlığınla başbaşa olma istiyorsun. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Rahat ol; işte gidiyorum. Dedim. Arkamı döndüm, ellerimi pantolonumun ceplerine sokup, kafamı omuzlarımın arasına soktum. Sicim gibi yağan ama üşütmeyen yağmur altında gece karanlığının derinliğine doğru yürümeye koyuldum. Onu, orada öylece bırakmaya kararlıydım.

"-Hey! Heeeeyy! özür, gel!"

Tam kaybolacağım anda, bu tiz ses beni çağırmıştı. Geriye döndüğümde elini indirmiş, çatık kaşlarını ve bakışlarını yumuşatmış anlaşmaya varmak için kendini hazırlamıştı.Ona doğru döndüm, yaklaştım; aramızda bir-iki metre kalıncaya kadar. Şaşkındım. O sesi beni şaşırtmıştı. Çünkü onun erkek olduğunu düşünüyordum. Sesi onun bir kadın olduğunu farketmemi sağlamıştı. Aramızdaki mesafeyi koruyarak duvar dibine çömeldim. Ellerimi göğsümün üzerine birleştirdim. Ondan yana bakarak:

"-Sen bir kadın mısın? ben mi öyle bir kanıya kapıldım?

Fulya, şaşkın baktı ve kafasını yavaşca önüne, dizlerine doğru eğdi. Bir süre sessizlik çöktü muhabbetimize.

"-Bak, yanlış bir şey yapmak istemiyorum. Seni kırmak değil amacım. Önce tanışalım istersen. Ben Serdar. Senin adın nedir? Mahsuru yoksa söyler misin?"

Kafasın yavaşça kaldırdı. Buğulu gözleri karanlığı deliyordu:

"-Fulya" dedi.

O an, onun bir kadın olduğuna kani geldim. Şaşkınlığım biraz daha arttı.

"-Senin ne işin var, gecenin bu vaktinde, Bu yağmur altında burada? Evin, gidecek bir yerin yok mu? Konuşmak istemezsen seni anlarım ama, seni tanımakta isterim."

       Karanlığı delip bana ulaşan bakışlarındaki titremeyi hissettim. Bu titreme, ağladığını anlattı bana; bir süre kilitlendi bakışlarımız. Sonra o da bende bakışlarımızı öne eğdik. Tekrar o tuhaf sessizlik abandı kelimelerimizin üzerine. Tam bir karabasandı. Fulya vaziyetini hiç bozmadan:

"-Kimim, kimsem, gidecek yerim yok. Ama.." dedi; başını hiddetle kaldırdı:

"-Sanma çaresizim. Kendimi koruyabilirim."

Bunları söylerken tekrar kaşları çatılmış, gözerinde şimşekler çakmaya başlamıştı. Taşı tutan eli  yanından kalkmış, bana taşı işaret ediyor, en ufak bir tepkimi bekliyordu adeta.

"-Hayır, hayır! Sakin ol; sana birşey yapacak değilim. Ben sadece, kendi yalnızlığımı, başka birinin yalnızlığıyla baş-göz etip, ondan kurtulmak istedim."

Bakışları tuhaflaşmıştı. Ne söylediğimi anlayamamış, bir şeyler çıkartmaya çalışıyordu. Ne söyleyeceğini de tahmin edemiyordu. Dudakları büzülmüştü. Gözyaşları dinmiş, şimdi yüzünden yağmur damlaları kayıyordu.

"-Bak, niyetim sadece konuşmak eğer, istersen tabi!?"

"-Tamam; ama unutma, kendimi koruyabilirim!"

Gülümseyerek gözlerine baktım. Rahatlamıştım. Daha rahat bir hava hakim olmaya başlamıştı sohbetimize.

"-Bilir misin fulya; karanlığın sadeliğinde yıldızlar birer gelin gibidir. Güzelliklerini izlemekten kendini alamaz insan. Ama yağmur, bir anda siler yıldızları. Dost mudur, düşman mı yağmur yıldızlara? Aslında yağmur o yıldızları, damlalarına yükleyip, getirip dünyaya serpiştirir, saçlarından yüzünden sızan her damlada bir yıldız gizlidir."

Fulya'nın yüzüne biraz şaşkın, biraz iyimser bir ifade yerleşmişti. Gözlerinde gizli bir tebessüm vardı. Gözlerimiz birleşti. Bir an yanaklarının kızardığını, anlamsız bir utanç içine girdiğini hissettim. İkimiz aynı anda gene başlarımızı önümüze eğdik.

"-Çok yalnızım fulya! Gecenin bir koyuğunda kurtulurum belki, belki yağmur bu yalnızlığı alır götürür diye çıktım sokaklara. Ama nafile; yalnızlığım beni bırakmaya hiç niyetli görünmüyor. Bu arada aç mısın?"

"-Eveeet!"

Utangaçlık yüklü ama, gerçek bir evetti bu!

"-Haydi, gel o zaman; karnımızı doyuralım."

Birlikte kalktık ve yürümeye başladık. Yürürken aramızdaki mesafeyi korumaya hep özen gösterdik. Bir sabahçı lokantasına gidinceye kadar hiç bir şey konuşmadık. Lokantadan içeri girince önce çevreye bir göz attı Fulya. Sırılsıklam olmuştuk. Bir masaya oturduk. Lokanta çok küçük ama sevimli bir yerdi. Biz oturunca; yanımıza kısa boylu, tombul, saçları dökülmüş ama olduğunca sevimli, öününde bir önlük takılı olan adam geldi. O saatte bile yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Bize ne istediğimizi sordu. İki işkembe çorbası söyledik. Koca bir sepet ekmekle, dumanı üzerinde çorbalarımız geldi. İşkembe çorbası içmek, benim için tam bir serenattı. Midem için serenat. Önce tuzuna baktım, eksikti, biraz tuz ekledim; bolca sarımsak, kırmızı biber, karabiber, sirke... Karıştırdım. Tekrar tadına baktım. Tadı hala daha istediğim gibi değildi. Ben bunları yaparken Fulya da bana bakarak yaptıklarımı yapıyordu. Lokantacı kasasına geçmiş bir şeylerle ilgileniyordu. Biz, yokmuşuz gibi davranıyordu. Sonra biraz daha tuz ekledim. Acısı yerinde ama gene eksik bir şeyler var. Biraz daha sarımsak, biraz daha tuz. Tekrar karıştırdım. tattım. İşte o tat! Tam istediğim tadı yakalamıştım. Biraz daha karıştırıp, ekmek aldım ve yumuldum çorbaya. Tabi, Fulya'da?

GECE PUSUDA



Gece öyle bir susmuştu ki; ışığın bile sesi gelmiyordu. Gözlerin karanlığı delmeğe çalışması ise afaki bir eylemden öteye geçemiyordu.

Yüreklere düşen korku, ağacı yavaş yavaş öldüren bir kurt gibi, sabahı beklemeden, körpe yü
rekleri yiyip bitiriyordu sanki. Adeta ellerine yapışan soğuk metal, çoğu zaman hayatla aralarındaki tek bağ oluyordu. Sesini yitirmiş gecelerde o metalin soğuğunu hissetmek ölüm gibiydi ama azrailin ateşler halinde, alacağı can aradığı zamanlarda, o soğuk metal bir güven timsali oluyordu. Sımsıkı sarılıyorlardı soğuk metalin güven veren sıcaklığına.

Daracık mevziye sığmaya çalışan üç koca vücut, gecenin yitirilmiş sessizliğinde birbirlerine bile bakmağa korkuyorlardı. Azrailin ışıklarının ne zaman uçuşmaya başlayacağını kimse kestiremiyordu. Toprak kokusu ve kıyafetlerine yuva yapan toprak bitleri de olmasa, yaşadıklarına kendileri bile inanmayacaklardı. Gözleri hala yoğun karanlığı delip, daha güvenli bir şeyler görmeğe çalışıyordu.

Mevzidekilerden birisi elindeki silahın şarjörünü çıkardı yavaşça. Elliyle mermilerini kontrol etti ve yeniden ses çıkartmamaya gayret göstererek geri taktı. Diğerinin kafası bulanmıştı; beş saattir o pusuda sigarasız uzanıyordu. Aklına bir an annesi geldi; nasıl da geceleri sessizce gelir, onun uyuduğunu sanarak üzerini sıkıca örterdi. Sonra sıcacık, güven veren elin yüzünde hafifçe dolanırdı. Bir an yüzünde annesinin sıcak elini hissetti. Tatlı bir tebessüm belirdi yüzünde ama karanlık yüzünden kimse o tebessümü göremedi. Artık sigarasızlığıda aklına gelmiyordu, şu an annesinin yanında olmak istiyordu. Diğeriyse bütün sessizliğini geceye inat üzerine örtünmüştü. Sevgilisinin verdiği kolyeyle oynuyordu. Kimbilir aklından neler geçiyordu?

Saat sabahın altısını gösteriyordu ama onlar bunun farkında değildiler. Pusunun bitmesine bir saat kalmıştı. Hava aydınlanır aydınlanmaz, karakola döneceklerdi ve bu ölümün soğuk nefesine bulanmış karanlıktan, geceden, topraktan sıyrılacaklardı. Yeniden hayata göbek bağından bağlanacaklardı. Ta ki, diğer pusu nöbetine kadar.

Silahın soğukluğunu olanca hisseden, karanlıkla bir çıtırtı duydu. Birden o yöne doğru dikkat kesildi; silahını çevirdi. Diğerleri de onunla birlikte aynı yöne silahlarını doğrultarak dikkat kesildiler. Karanlığın içinde bir şeyler geziniyordu. Azrail bu gece yerde kurban arıyordu galiba. Tedirgin, ürkek, silahlarına yavaşça mermileri sürdüler. Çıtırtının geldiği yönü tam kestirip, orada neyin ya da kimin olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. İçlerinden birisi:

"Karanlık keskin dişlerini gösteriyor arkadaşlar, hazır olun, bu soğuk nefes..." Diye fısıldadı.

Diğeri:

"Canım bu vatana anamın ak sütü gibi helal olsun." Sesi gene fısıltıydı.

Üçü birden sustular. Yeniden aynı yönden çıtırtılar geldi. Daha dikkatli bakmağa başladılar. Tam kimdir o diyecekti ki, gözleri kör eden bir ışık parladı, aynı saniyesinde bir kor parçası pusunun dibine düştü...

....................şiiradamı

Bataklık Gülü





          Bir kız tanıdım; kirli yüzünde beliren gülümseme bana, bataklıkta rastladığım göz alıcı güzellikte bir çiçeği anımsattı. Öyle bir çiçekki, mağrur, alımlı ve kendisi olmanın farkındaydı. Koca bataklığın ortasında yapayalnız olması onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bu bataklığın biricik gülü olmak yetiyordu da artıyordu bile.

          Kız, gözlerime baktı. Onun gözlerinde çöreklenmiş karabulutları farkettim birden. Bir yanda eşsiz bir güzellik, diğer yanda çirkin bir ağırlık vardı. Gözlerim birden ellerine gitti. Kirli ama beyaz tenli ve pürüzsüz elleri vardı. Parmakları tornadan çıkmış gibi düzgün ve uzundu. Tırnaklarının yendiği belliydi. Şekilsiz yapıları, kızın tırnaklarını yediğini anlatıyordu. Birde o tırnaklar biraz uzatılsaydı, o parmaklara ne kadar güzel yakışırdı. İlkokula yeni başlayan bir çocuğun elindeki kalemin güzelliği gibi. Saçları darma dağındı. Yer yer yüzüne dökülüyordu. Kirli saçları yüzünde, sızan bir kan gibi duruyordu.

          Tekrar gözlerine takıldım. Hala ağır ve kara bulutlar vardı gözlerinde. Göz bebekleri hiç değişmiyor, tıpkı kör bir insanınki gibi bomboş bakıyorlardı. Ben üzerime alınıyor, bana baktığını zannediyordum. Acaba gerçekten kör müydü? Hani denir ya, güneş balçıkla sıvanmaz diye; bu kızın güzelliğini de, üzerine bulaşan kir ve pasak gizlemeye yetmiyordu. Hatta, o kadar kirli olması, güzelliğinin üzerinde bir aksesuvar gibi duruyordu.

          Bir an gözlerimi ondan ayırdım. Sürekli bakmaktan gözlerime oklar saplanıyordu adeta. Tekrar o yana baktığımda, yoktu. Onun olduğu yerde yaşlı bir teyze vardı. Beli hafif bükülmüştü. Üstü başı parçalanmıştı. Dışarıda kalan bir evsiz olduğu yorumu yapılabilirdi görünüşünden. Hemen oraya duvarın dibine oturdu. Saçlarını arkaya doğru attı. Bir sigara çıkarıp yaktı. İlk nefesini ağzından salarken dönüp bana baktı. Göz göze geldik. O gözler. Hala ağır kara bulutların gölgesindeydi. Teyze gözlerime baktı, beyhude bir gülümseme belirdi yüzünde, o gülümsemeyi de tanıdım. O muydu? Bir anda bu kadar yıl geçmiş olabilir mi?

          Hiç rüya mı görüyorum, yoksa gerçekliğin yanılsamasını mı yaşıyorum diye düşündüğünüz oldu mu? Ben yaşadım....şiiradamı   

Kör Kurşun...((hikaye)




Kural dışı bir yaşamdı onunki. Her yaptığı, kendisine zarar vermekle kalmıyor, sevdiklerine de zarar veriyordu. (Pek sevdiğinin olduğu da söylenemezdi ama) Doğru bildiklerini yapmak uğruna, girdiği her yolda, büyük zararlara meydan veren sonuçlara ulaşıyordu. Bulaşmış olduğu belalar ve belalı yaşam, çevresine öylesine bir koza örmüştü ki, ne kendisi kurtulabiliyor, ne de onu kurtarmak isteyenler başarabiliyordu. Başarısızlığın yanı sıra, yardımına koşan her kim olursa, hayatını bir hiç uğruna kaybediyordu. Oysa, buna dur diyebilmeyi çok istiyordu.



İçinde bulunduğu karmaşık düzenli hayat-hayat denirse- ona, gündüzleri haram kılmıştı. Bir yarasa gibi gecelere mahkum etmişti. Silahı olmadan uyuyamıyor, yemek yiyemiyor, dolaşamıyordu. Silahsız olunca, kendisini, kanatları yolunmuş bir martı gibi görüyordu. Hayatının temeli silahı olmuştu. Metalik parlak bir silahtı. El yapımı, çift balıklı bir on dörtlü, kabzası özel, sedef ve altın kakmalıydı. Namlusunda en ufak leke bulunmazdı. Her fırsatta, bu hayat arkadaşını temizler, onu kucaklardı. Onun dışında bir tek dostu bile yoktu. Ona yaklaşanlar, ya ondan çıkarı olduğu için, ya da ondan korktuğu için yaklaşıyorlardı. Hiç kimsede samimiyet yoktu. Ve hatta, samimiyetsizliklerini, gözlerinin bebeklerinden anlayabiliyordu.

Her şeye rağmen, o bir insandı. Onunda zaafları, kimselere açamadığı, duygusal bir yanı vardı. Şiiri ve şiir okumayı çok seviyordu. Öylesine ki, okumadığı şair yok gibiydi. Maalesef ki, şiirleriyle ancak, kendisiyle baş başa kalabildiği zamanlarda birlikte olabiliyordu. Silahıyla uğraşmadığı, şiir okumadığı zamanların dışında, bol b o l düşünür, kendisini, kendi kafasında eleştirir, yorumlardı. Pek müspet sonuçlara ulaşamasa da, bunu yapardı. Kendiside buna anlama veremiyordu ama, yapıyordu işte.

 

Sık sık ölümüne sebep olduğu veya öldürdüğü insanları düşünüyordu. Kendisinin bir cellat olduğunu, ölümü hak ettiğini, bunun eninde sonunda olacağını ya bir insanın elindeki deli silahtan çıkan kör kurşun onu sırtından vuracaktı, ya da sürekli kaçtığı kanun, onu yakalayıp, gıyabında verilen idam kararını uygulayacaktı. En kötüsü de, hayatının, kör bir kurşunun ucunda olduğunu bilmesiydi. Bu yüzden sürekli tedirgin bir yaşama tarzı vardı. Gündüzleri, azda olsa uyurken, her an her saniye uyanık ve tetikte olmak zorundaydı. Uzun zamandı her şeyden elini eteğini çekmiş olsa da, kinin peşini bırakmadığını biliyordu. Düşündüğü zamanlarda ise, kendisine kin güden insanlara haksız olmadıkları için hak veriyordu. Zira, zayıf insan, ancak kin güdebilirdi. Karşısındakinin zayıflığını yakaladığı anda ise bütün kinini kusar, onu kiniyle boğar. O bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden daima uyanık olmalıydı. Her zaman yaşamla ölüm arasındaki o incecik çizginin üzerinde duruyordu. Ölüm tarafına geçmesi anlıktı.

Hiç sevmemişti. Sevilmediği gibi, sevmeyi de bilmezdi. Nasıl bir şeydi, nasıl olur hiç bilmezdi.! Yalnızca okuduğu duygu yüklü şiirler dışında. Hele bir tanesi vardı ki, tam onu anlatıyordu. Selma Çuhacı’nın;”Ben imkansız aşklar için yaratılmışım/ Ne kavuşmasını bilirim, ne unutmayı/ Kayboldum kuytusunda yalnızlıkların/ Yaşadım en karasını sevdaların” İmkansız aşk! Bu kelime onu hep gülümsetirdi. Ufak, ufacık, kimsenin görmediği, göremediği, dudaklarının acemiliğinden belirsizce bir gülümseme. Yüzünün yabancılığı nüksediverir, gülümseme bir anda kaybolur gider, hiç olmamış gibi. O yüze hiç konmamış bir kelebek gibi.

Gündüzleri sevmezdi, o yüzden hep gün ışığından kaçar, saklanırdı. Saat kadranlarının durmadığı,zaman hükmedemediği acı bir gerçekti onun için. Zamandan korkuyordu. Zaten, zaman dışında, gafletlik korkusundan başka hiç bir şeyden korkmuyordu. Öyle bir gaflet olsundu ki, onunkisi, Dünya’dan göçtüğünü anlamasındı. Olabilir miydi? Bu kadar rahat bir ölüm onun hakkı mıydı? Elindeki şiir kitabını yatağının üzerine bıraktı. Kafasını ellerinin arasına aldı. Hiç istemiyordu böyle düşüncelere girmeyi ama, elinde değildi. Peşinde dağ gibi bir kin vardı. Bir an, sürekli onu rahatsız eden, ölümüne sebep olduğu on yaşındaki oğlan çocuğunun gözlerini gördü. Nefret doluydular. Onun amacı, babasıydı. Ne var ki, çocuk önüne fırlamıştı. Hayatında yaptığı en büyük hataydı bu. Mermilerine daima hükmederdi. Ama, o gün mermileri söz dinlemedi! Namludan fırladılar, dönerek gidip, küçük çocuğun bedenine saplandılar. çocuk babasının ölmesine bir an engel olmayı başarmıştı. Bu arada kendi hayatını kaybetmişti. Birde arkasında, ona, daima kinini hatırlatacak gözlerini miras bırakmıştı. Daha sonra namludan çıkan üçüncü mermi, çocuğun ölüsü üzerine kapanmış babanın kafasına saplandı. Adamın yüzü bir anda paramparça olmuş, beyni yerde cansız yatan oğlunun yüzüne yayılmıştı. Bu yaşamın acımasızlığıydı. Oysa o gün, bu gün, çocuğun o gözlerinden bir türlü kurtulamıyordu.

Düşüncelere öylesine dalmıştı ki, gafletin sessizce yaklaştığını anlayamadı. İki kürek kemiğinin ortasından girip, ciğerlerini parçalayın bir avıyla kendisine geldi. Öyle bir acıydı ki bu, Azrail’le göz göze geldiğini sandı. Ani bir hareketle, oturduğu yerden kalkarak silahını arkasındaki kişiye doğrulttu. Kin onu zamansız yakalamıştı işte. Arkasına döner dönmez, o çocuğun deniz mavisi gözlerini gördüğünü sandı bir an. Ama bu, bu kadındı. Hem de, öylesine güzel bir kadındı ki, silahın namlusu kendiliğinden yere doğru indi. Sırtında, dayanamadığı bir acı vardı.


Ciğerlerini parçalayan kurşun, bütün takatini bir anda alıp götürmüştü. Dizlerinin üzerine düştü. Bu güne kadar hiç kimsenin önünde diz çökmediğini anımsadı, ayağa kalkmak istedi, başaramadı. Dizleri acizdi ve bedenini taşımakta yetersiz kalıyorlardı. Başı bir an önüne düştü. Neden sonra, gözlerini, kendisini boğmaya hazır, kin dolu mavi gölere çevirdi. Çocuğun gözlerine ne kadar benziyorlardı. O mavi gözlerden fışkıran kin, bütün çevresini sarıyor, bedenini zorluyor, nefes almasını engelliyordu. Kurtulmalıydı. Kurtulmak zorundaydı.

Ayakta duran kadın, ona, acıyarak bakıyordu. Kadının kendisine öyle bakmasına dayanamıyordu. Ama acizdi. Birşey yapamıyordu. Şiirler geldi aklına. Ölümsüz şairler. Yaptıklarını hatırladı ve o çocuğun gözlerine gelip takıldı. Kurtulamıyordu o gözlerden. Kadın silahını kafasına doğrultmuştu. Gafletlerinden kurtulmak, bu kin seline dur demek zorundaydı. Bedeninde kalan bütün gücünü ayaklarına verdi ve birden ayağa kalktı. Nefesi duruyordu ama, o, mücadele ediyordu. Azrail’le boğaz boğaza boğuşuyordu. Azrail’i yenemeyeceğini biliyordu ama, ölümü geciktirebilirdi. En azından onun gafletini silaha çeviren kadını da kendisiyle birlikte götürmek için.

Kafasına silah dayayan kadın, onun bir anda ayaklandığını görünce şaşırmıştı. Ayağa kalkar kalkmaz oda silahını kadının kafasına dayamıştı. İkisi de hayat çizgisinin öbür yanına, ölüm tarafına geçmek üzere olduklarını anlamışlardı. Göz göze geldiler. İkisinin de kafasında namlu dayalıydı. İkisinin de gözleri donuk, birbirine kenetlenmişti. Eller, yürekler, gözler titriyordu. Gözler anlaştı, karar aynı anda verildi. Tetik üzerindeki parmaklara emir verildi. Kaslar aynı anda kasıldı, silahlar aynı anda ateşlendi. Kurşunlar aynı anda namluları terk etti ve........ve.....????
İki ceset vardı yerde. Kimsenin ne olduğunu anlamasına imkan yoktu. Sırlarıyla ruhlar göçtüler, geride iki anlamsız ceset bırakarak. Kör kurşun oyununu oynamıştı.
şiiradamı