Kural dışı bir yaşamdı onunki. Her yaptığı, kendisine zarar vermekle kalmıyor, sevdiklerine de zarar veriyordu. (Pek sevdiğinin olduğu da söylenemezdi ama) Doğru bildiklerini yapmak uğruna, girdiği her yolda, büyük zararlara meydan veren sonuçlara ulaşıyordu. Bulaşmış olduğu belalar ve belalı yaşam, çevresine öylesine bir koza örmüştü ki, ne kendisi kurtulabiliyor, ne de onu kurtarmak isteyenler başarabiliyordu. Başarısızlığın yanı sıra, yardımına koşan her kim olursa, hayatını bir hiç uğruna kaybediyordu. Oysa, buna dur diyebilmeyi çok istiyordu. İçinde bulunduğu karmaşık düzenli hayat-hayat denirse- ona, gündüzleri haram kılmıştı. Bir yarasa gibi gecelere mahkum etmişti. Silahı olmadan uyuyamıyor, yemek yiyemiyor, dolaşamıyordu. Silahsız olunca, kendisini, kanatları yolunmuş bir martı gibi görüyordu. Hayatının temeli silahı olmuştu. Metalik parlak bir silahtı. El yapımı, çift balıklı bir on dörtlü, kabzası özel, sedef ve altın kakmalıydı. Namlusunda en ufak leke bulunmazdı. Her fırsatta, bu hayat arkadaşını temizler, onu kucaklardı. Onun dışında bir tek dostu bile yoktu. Ona yaklaşanlar, ya ondan çıkarı olduğu için, ya da ondan korktuğu için yaklaşıyorlardı. Hiç kimsede samimiyet yoktu. Ve hatta, samimiyetsizliklerini, gözlerinin bebeklerinden anlayabiliyordu. Her şeye rağmen, o bir insandı. Onunda zaafları, kimselere açamadığı, duygusal bir yanı vardı. Şiiri ve şiir okumayı çok seviyordu. Öylesine ki, okumadığı şair yok gibiydi. Maalesef ki, şiirleriyle ancak, kendisiyle baş başa kalabildiği zamanlarda birlikte olabiliyordu. Silahıyla uğraşmadığı, şiir okumadığı zamanların dışında, bol b o l düşünür, kendisini, kendi kafasında eleştirir, yorumlardı. Pek müspet sonuçlara ulaşamasa da, bunu yapardı. Kendiside buna anlama veremiyordu ama, yapıyordu işte. Sık sık ölümüne sebep olduğu veya öldürdüğü insanları düşünüyordu. Kendisinin bir cellat olduğunu, ölümü hak ettiğini, bunun eninde sonunda olacağını ya bir insanın elindeki deli silahtan çıkan kör kurşun onu sırtından vuracaktı, ya da sürekli kaçtığı kanun, onu yakalayıp, gıyabında verilen idam kararını uygulayacaktı. En kötüsü de, hayatının, kör bir kurşunun ucunda olduğunu bilmesiydi. Bu yüzden sürekli tedirgin bir yaşama tarzı vardı. Gündüzleri, azda olsa uyurken, her an her saniye uyanık ve tetikte olmak zorundaydı. Uzun zamandı her şeyden elini eteğini çekmiş olsa da, kinin peşini bırakmadığını biliyordu. Düşündüğü zamanlarda ise, kendisine kin güden insanlara haksız olmadıkları için hak veriyordu. Zira, zayıf insan, ancak kin güdebilirdi. Karşısındakinin zayıflığını yakaladığı anda ise bütün kinini kusar, onu kiniyle boğar. O bunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden daima uyanık olmalıydı. Her zaman yaşamla ölüm arasındaki o incecik çizginin üzerinde duruyordu. Ölüm tarafına geçmesi anlıktı. Hiç sevmemişti. Sevilmediği gibi, sevmeyi de bilmezdi. Nasıl bir şeydi, nasıl olur hiç bilmezdi.! Yalnızca okuduğu duygu yüklü şiirler dışında. Hele bir tanesi vardı ki, tam onu anlatıyordu. Selma Çuhacı’nın;”Ben imkansız aşklar için yaratılmışım/ Ne kavuşmasını bilirim, ne unutmayı/ Kayboldum kuytusunda yalnızlıkların/ Yaşadım en karasını sevdaların” İmkansız aşk! Bu kelime onu hep gülümsetirdi. Ufak, ufacık, kimsenin görmediği, göremediği, dudaklarının acemiliğinden belirsizce bir gülümseme. Yüzünün yabancılığı nüksediverir, gülümseme bir anda kaybolur gider, hiç olmamış gibi. O yüze hiç konmamış bir kelebek gibi. Düşüncelere öylesine dalmıştı ki, gafletin sessizce yaklaştığını anlayamadı. İki kürek kemiğinin ortasından girip, ciğerlerini parçalayın bir avıyla kendisine geldi. Öyle bir acıydı ki bu, Azrail’le göz göze geldiğini sandı. Ani bir hareketle, oturduğu yerden kalkarak silahını arkasındaki kişiye doğrulttu. Kin onu zamansız yakalamıştı işte. Arkasına döner dönmez, o çocuğun deniz mavisi gözlerini gördüğünü sandı bir an. Ama bu, bu kadındı. Hem de, öylesine güzel bir kadındı ki, silahın namlusu kendiliğinden yere doğru indi. Sırtında, dayanamadığı bir acı vardı. Ciğerlerini parçalayan kurşun, bütün takatini bir anda alıp götürmüştü. Dizlerinin üzerine düştü. Bu güne kadar hiç kimsenin önünde diz çökmediğini anımsadı, ayağa kalkmak istedi, başaramadı. Dizleri acizdi ve bedenini taşımakta yetersiz kalıyorlardı. Başı bir an önüne düştü. Neden sonra, gözlerini, kendisini boğmaya hazır, kin dolu mavi gölere çevirdi. Çocuğun gözlerine ne kadar benziyorlardı. O mavi gözlerden fışkıran kin, bütün çevresini sarıyor, bedenini zorluyor, nefes almasını engelliyordu. Kurtulmalıydı. Kurtulmak zorundaydı. Ayakta duran kadın, ona, acıyarak bakıyordu. Kadının kendisine öyle bakmasına dayanamıyordu. Ama acizdi. Birşey yapamıyordu. Şiirler geldi aklına. Ölümsüz şairler. Yaptıklarını hatırladı ve o çocuğun gözlerine gelip takıldı. Kurtulamıyordu o gözlerden. Kadın silahını kafasına doğrultmuştu. Gafletlerinden kurtulmak, bu kin seline dur demek zorundaydı. Bedeninde kalan bütün gücünü ayaklarına verdi ve birden ayağa kalktı. Nefesi duruyordu ama, o, mücadele ediyordu. Azrail’le boğaz boğaza boğuşuyordu. Azrail’i yenemeyeceğini biliyordu ama, ölümü geciktirebilirdi. En azından onun gafletini silaha çeviren kadını da kendisiyle birlikte götürmek için. Kafasına silah dayayan kadın, onun bir anda ayaklandığını görünce şaşırmıştı. Ayağa kalkar kalkmaz oda silahını kadının kafasına dayamıştı. İkisi de hayat çizgisinin öbür yanına, ölüm tarafına geçmek üzere olduklarını anlamışlardı. Göz göze geldiler. İkisinin de kafasında namlu dayalıydı. İkisinin de gözleri donuk, birbirine kenetlenmişti. Eller, yürekler, gözler titriyordu. Gözler anlaştı, karar aynı anda verildi. Tetik üzerindeki parmaklara emir verildi. Kaslar aynı anda kasıldı, silahlar aynı anda ateşlendi. Kurşunlar aynı anda namluları terk etti ve........ve.....???? İki ceset vardı yerde. Kimsenin ne olduğunu anlamasına imkan yoktu. Sırlarıyla ruhlar göçtüler, geride iki anlamsız ceset bırakarak. Kör kurşun oyununu oynamıştı. şiiradamı |
Kör Kurşun...((hikaye)
About author: siiradami
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder