Fulya'nın Hikayesi


Bir yılgınlığın eseriydi Fulya. Bir garip girmişti hayatıma. Yaşadıklarını öğrenince başına gelen herşeyin bir garip olduğunu gördüm. Daha yirmi yedisinde bir kadındı. göz bebeklerindeki hüzünlü buğu, yağmur öncesi bungunluk ve gizli bir ferahlık saklardı içinde. Ağlamaklı bakışları, yılların acısını taşıyordu renklerinde. Güzel bir yüzü vardı. Kısa saçları yüzünün tüm güzelliğini seriyordu ortaya. Fulya, tedirginlik içinde, ürkek, anlamsız bir savunu tepkisi içinde saldırmaya hazır bir kedi yavrusu gibiydi.

Fulya'yla, yıldızsız bir gökyüzü, büyücü karanlık altında yağan bir yağmur içinde karşılaştım. Açlık, korku, yalnızlık onu sömürmüş gecenin kuytularına terk etmişti. Ben tüm sinir ve ateşimle kendimi yağmurlu karanlık denizine bırakmıştım. Gene düşünceler, gene buhranlar beni sarmıştı. Sokakların çıplaklığında bir "ben" gibiydim.  Selma ile yaptığım konuşma tüm gün beni etkisinden bırakmamıştı. Nedense, hali benden daha vahim olan birisiyle karşılaştığımda tüm sıkıntılarımı, tüm yılgınlığımı unutur, ona ulaşmak için kimlik değiştiririm. Fulya'ya da rastladığımda böyle oldu. Karanlık köşede onu ağlar halde görmüştüm. Ona yaklaştım. İlk anda onun bir kadın olduğunu farkedememiştim. Ağladığından bile haberim yoktu. Zira yüzünü görmüyordum. Olduğunca hareketsiz köşede, dizlerini kendine çekmiş, elleriyle kafasını, dizlerinin arasına sokmuş, dev topacı andırır halde, hareketsiz, terkedilişini üzerine çekip kalmıştı.

Merakla ona doğru yaklaştım. Belki dedim, konuşuruz:
"-Selam arkadaşım. Gecenin karanlığında yolunu yitirenlerdensin sende. Gel seninle karanlığını yırtalım."

Çoğu gece serkeştleriyle oturup konuştuğum onlar gibi olur diye beklerken, o şekilde yaklaşırken, birden beklemediğim bir tepki ile karşılaştım. Kafasını kaldırmasıyla, yanından bir taşı bana fırlatması bir oldu. Neye uğradığımı şaşırmış, taşı zor savuşturmuştum. Ellerimi kaldırdım. Bir adım geri çekildim.

"-Hey! Ben dostum uzaylı! Sana taş atıp, kötülük yapmak niyetinde değilim; amacım sadece dostluk. İstemiyorsan giderim. Seni korkutmak istemezdim."

Eline başka bir taş almış, kin fışkıran gözleriyle, çatık kaşlarının altından bana bakıyordu. Taşı tutan eli havadaydı. Atmakla atmamak arasında bir tek adımın olduğunu anladım.

"-Tamam, tamam! Sende yalnızlığınla başbaşa olma istiyorsun. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Rahat ol; işte gidiyorum. Dedim. Arkamı döndüm, ellerimi pantolonumun ceplerine sokup, kafamı omuzlarımın arasına soktum. Sicim gibi yağan ama üşütmeyen yağmur altında gece karanlığının derinliğine doğru yürümeye koyuldum. Onu, orada öylece bırakmaya kararlıydım.

"-Hey! Heeeeyy! özür, gel!"

Tam kaybolacağım anda, bu tiz ses beni çağırmıştı. Geriye döndüğümde elini indirmiş, çatık kaşlarını ve bakışlarını yumuşatmış anlaşmaya varmak için kendini hazırlamıştı.Ona doğru döndüm, yaklaştım; aramızda bir-iki metre kalıncaya kadar. Şaşkındım. O sesi beni şaşırtmıştı. Çünkü onun erkek olduğunu düşünüyordum. Sesi onun bir kadın olduğunu farketmemi sağlamıştı. Aramızdaki mesafeyi koruyarak duvar dibine çömeldim. Ellerimi göğsümün üzerine birleştirdim. Ondan yana bakarak:

"-Sen bir kadın mısın? ben mi öyle bir kanıya kapıldım?

Fulya, şaşkın baktı ve kafasını yavaşca önüne, dizlerine doğru eğdi. Bir süre sessizlik çöktü muhabbetimize.

"-Bak, yanlış bir şey yapmak istemiyorum. Seni kırmak değil amacım. Önce tanışalım istersen. Ben Serdar. Senin adın nedir? Mahsuru yoksa söyler misin?"

Kafasın yavaşça kaldırdı. Buğulu gözleri karanlığı deliyordu:

"-Fulya" dedi.

O an, onun bir kadın olduğuna kani geldim. Şaşkınlığım biraz daha arttı.

"-Senin ne işin var, gecenin bu vaktinde, Bu yağmur altında burada? Evin, gidecek bir yerin yok mu? Konuşmak istemezsen seni anlarım ama, seni tanımakta isterim."

       Karanlığı delip bana ulaşan bakışlarındaki titremeyi hissettim. Bu titreme, ağladığını anlattı bana; bir süre kilitlendi bakışlarımız. Sonra o da bende bakışlarımızı öne eğdik. Tekrar o tuhaf sessizlik abandı kelimelerimizin üzerine. Tam bir karabasandı. Fulya vaziyetini hiç bozmadan:

"-Kimim, kimsem, gidecek yerim yok. Ama.." dedi; başını hiddetle kaldırdı:

"-Sanma çaresizim. Kendimi koruyabilirim."

Bunları söylerken tekrar kaşları çatılmış, gözerinde şimşekler çakmaya başlamıştı. Taşı tutan eli  yanından kalkmış, bana taşı işaret ediyor, en ufak bir tepkimi bekliyordu adeta.

"-Hayır, hayır! Sakin ol; sana birşey yapacak değilim. Ben sadece, kendi yalnızlığımı, başka birinin yalnızlığıyla baş-göz etip, ondan kurtulmak istedim."

Bakışları tuhaflaşmıştı. Ne söylediğimi anlayamamış, bir şeyler çıkartmaya çalışıyordu. Ne söyleyeceğini de tahmin edemiyordu. Dudakları büzülmüştü. Gözyaşları dinmiş, şimdi yüzünden yağmur damlaları kayıyordu.

"-Bak, niyetim sadece konuşmak eğer, istersen tabi!?"

"-Tamam; ama unutma, kendimi koruyabilirim!"

Gülümseyerek gözlerine baktım. Rahatlamıştım. Daha rahat bir hava hakim olmaya başlamıştı sohbetimize.

"-Bilir misin fulya; karanlığın sadeliğinde yıldızlar birer gelin gibidir. Güzelliklerini izlemekten kendini alamaz insan. Ama yağmur, bir anda siler yıldızları. Dost mudur, düşman mı yağmur yıldızlara? Aslında yağmur o yıldızları, damlalarına yükleyip, getirip dünyaya serpiştirir, saçlarından yüzünden sızan her damlada bir yıldız gizlidir."

Fulya'nın yüzüne biraz şaşkın, biraz iyimser bir ifade yerleşmişti. Gözlerinde gizli bir tebessüm vardı. Gözlerimiz birleşti. Bir an yanaklarının kızardığını, anlamsız bir utanç içine girdiğini hissettim. İkimiz aynı anda gene başlarımızı önümüze eğdik.

"-Çok yalnızım fulya! Gecenin bir koyuğunda kurtulurum belki, belki yağmur bu yalnızlığı alır götürür diye çıktım sokaklara. Ama nafile; yalnızlığım beni bırakmaya hiç niyetli görünmüyor. Bu arada aç mısın?"

"-Eveeet!"

Utangaçlık yüklü ama, gerçek bir evetti bu!

"-Haydi, gel o zaman; karnımızı doyuralım."

Birlikte kalktık ve yürümeye başladık. Yürürken aramızdaki mesafeyi korumaya hep özen gösterdik. Bir sabahçı lokantasına gidinceye kadar hiç bir şey konuşmadık. Lokantadan içeri girince önce çevreye bir göz attı Fulya. Sırılsıklam olmuştuk. Bir masaya oturduk. Lokanta çok küçük ama sevimli bir yerdi. Biz oturunca; yanımıza kısa boylu, tombul, saçları dökülmüş ama olduğunca sevimli, öününde bir önlük takılı olan adam geldi. O saatte bile yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Bize ne istediğimizi sordu. İki işkembe çorbası söyledik. Koca bir sepet ekmekle, dumanı üzerinde çorbalarımız geldi. İşkembe çorbası içmek, benim için tam bir serenattı. Midem için serenat. Önce tuzuna baktım, eksikti, biraz tuz ekledim; bolca sarımsak, kırmızı biber, karabiber, sirke... Karıştırdım. Tekrar tadına baktım. Tadı hala daha istediğim gibi değildi. Ben bunları yaparken Fulya da bana bakarak yaptıklarımı yapıyordu. Lokantacı kasasına geçmiş bir şeylerle ilgileniyordu. Biz, yokmuşuz gibi davranıyordu. Sonra biraz daha tuz ekledim. Acısı yerinde ama gene eksik bir şeyler var. Biraz daha sarımsak, biraz daha tuz. Tekrar karıştırdım. tattım. İşte o tat! Tam istediğim tadı yakalamıştım. Biraz daha karıştırıp, ekmek aldım ve yumuldum çorbaya. Tabi, Fulya'da?
Share on Google Plus

0 yorum: