kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kent Öyküleri Hakkında




Kent hayatı… Modern dünyanın bize bir sivri bir bıçak gibi sırtımıza dayadığı ve yavaş yavaş etimize batırdığı kentler. Kent hayatının; ”gündelik koşuşturması” gibi sıfatlara büründürdüğümüz, zehir olan tüm yaşamımız. Bu zehrin içinde fermente olmuş insanlığımız…
Mehmet Koç, İstanbul ve çevresinde senelerdir düzenlediği şiir programlarıyla tanınıyordu. Öyle ki, ondan bir öykü kitabından önce şiir kitabı bekliyordur herkes. Kitabın ön sözünde yazarın kendi belirttiği gibi; gündelik hayatın içinden hepimizin karşılaşabileceği öyküler barındırıyor kitap.
Peki hepimizin yaşadığı bu öykülerin, hepimiz tarafından ne kadar farkediliyor?
Belki de Mehmet Koç’un bir yazar olarak davası budur. Öykülerinde yaşadığımız çevremize karşı duyarsızlığımızı ve bencilliğimizi suratımıza vuran yazarın öykülerinin baş karakterlerinde yine herkes gibi sıradan insanlar yer alıyor. Yaptığımız iyiliklerin bile nasıl arkasını aradığımızı, aşkların gerçek aşkların karşısında nasıl yerin dibine girebileceğini ve hayatta karşılaşabileceğimiz zorluklara karşısın da ”kent insanının” nasıl da güçsüz durduğunu anlatıyor öyküler.
13731683_1051976238170894_3813715001118018957_n
Evet kariyerinizin en üst noktalarında bir ceylan zarafetiyle gezinebiliyor olabilirsiniz, hep en yükseklerde sesinizi tüm şehre dağıtan bir kurt olabilirsiniz ama ” Kent Öyküleri” adlı öykü kitabında bulunan öyküleri yaşadığınızın farkında değilsiniz… Belki de sizi çevrenizde dönen olaylara karşı duyarsızlaştıran da bu zerafetiniz ve gücünüzdür. Kent yaşamının sizin üzerinize giydirdiği zarafet ve güç kostümü yalnızca sizi kandırdığı gibi, insanlık karşısında sizi acımasız bir varlık haline getirir. Gözümüzde kaçan şeyler ne kadar büyük olabilir ki?
Üst paragrafta size sunulan son cümleyi kendinize bir sorun ve bu kitabı okuyun… Sokağa çıkın sonra ve genç birine çay söyleyin, bira söyleyin, bir dal sigara uzatın ve en sonunda o şehirde neyiniz var ise bırakın; terk-edin bulunduğunuz şehri…
İşte o zaman okumanıza gerek kalmaz bu kitabı…” – Yok hayır ben bunu yapamam! ” diyorsanız…
Mehmet Koç’un yazdığı ”Kent Öyküleri” adlı kitabı okuyun…
deryasss-4


Yayınlar hakkında görüş ve düşüncelerinizi yorum olarak yazabilir, bloğumu takibe alabilir, mail listemize kaydolabilirsiniz. Beğendiğiniz yazıları sosyal sitelerde paylaşarak dostlarınızı haberdar edebilirsiniz. Geldiğiniz için teşekkürler.

ŞiiRitüel



Yeniden Başlıyoruz!

Uzunca bir süredir ara verdiğim, canlı şiir sunumları ve katılımlı şiir okuma etkinliklerimize, yeniden başlıyoruz.

2 Temmuz 2017 tarihinde, saat 15.00 ile 17.00 arası gerçekleşecek olan etkinliğimizde, tanınmış şairlerimizden seçtiğim şiirleri sunarken, katılımcılarımızın kendi seslerinden okuyacakları şiirlerle, etkinliğimiz renklenecek.

Şiire gönül vermiş, sevgili şiir sever dostlar; sizleri de aramızda görmekten gurur ve mutluluk duyarız. İster dinlemek için, ister kendi şiirlerinizi katılımcılara sunmak, isterseniz de beğendiğiniz şiiri yorumlamak için aramızda olmanızı temenni ediyorum. Şiir, katılımla çoğalır.

üvercin Ka bahçe Halitağa Cad. Yeniyol Sok.No 7/2 Kadıköy, 34714 İstanbul adresinde gerçekleştireceğimiz etkinliğimizde
 tüm gönül dostlarının yeri ayrılmıştır





Etkinlik sayfaları
Toplanzi https://toplanzi.com/edebiyatcilartoplulugu/events/2278
Facebook-1 https://www.facebook.com/events/1209547392501480/
Facebook-2 https://www.facebook.com/events/1706352002991981


Yayınlar hakkında görüş ve düşüncelerinizi yorum olarak yazabilir, bloğumu takibe alabilir, mail listemize kaydolabilirsiniz. Beğendiğiniz yazıları sosyal sitelerde paylaşarak dostlarınızı haberdar edebilirsiniz. Geldiğiniz için teşekkürler.

Kitap ve Yazmak Kaosu


Bazan, kenarda durup hayatı ve içindekileri gözlemlemek, irdelemek gerek. Bu eylemde göreceklerimiz belki de bizim kazanımımız olacaktır. En azıyla, kendinizdeki eksik ve fazla yanları tespit edip, makul bir insan olabilmek için yapmanız gerekenleri anlayabilirsiniz.
 Amaçsız kalmak ne kadar zor bir durum. Ne yapacağını bilememek. Bir şeyler yazmak istersiniz ama kalemi kağıdı elinize almak gelmez içinizden, bilgisayarı açıp, iki lafı bir araya getirmek zul olur. Fakat, içinizde bir yerlerde bir volkan kaynamaktadır durmadan. Sizin isteksizliğinizi kırmak için sürekli devinim içindedir: "yaz artık, yaz!"

İşin en tuhaf yanı şudur; yıllarınızı yazma işine vermişsinizdir, çalışıp çabalamış, kendinizi bir noktaya getirmek için bir yerlerinizi yırtmışsınızdır. Ben bu işi yapacaksam, köklü olmasını istiyorum diye kendinize dayatıp, durmadan okumuş araştırmışsınızdır. Gel gelelim, lanet piyasa önünüze durmadan duvarlar çıkartmıştır. Piyasa diyorum zira artık edebiyatta ortalıkta dolaşan, alınıp satılan bir mal haline geldi. Bunlar yetmezmiş gibi elinden hiçbir iş gelmeyen tufeyli takımı, kendini ortaya atıp yazarım diye piyasada ahkam keser. Sorsan kitap yazmıştır ama edebi kültür bağlamında konuşmaya başla kof olduğunu hemen ortaya seriverir. Yazar olmak bu kadar mı kolay ağabeyim ya?

Hele bu türlerin bir egoları ve havaları vardır ki; size burnunun ucuyla bakar. Konuşurken iki sözcüğün arasını yapıp bir cümle oluşturmasını sağlayamaz; kitap okumak desen hakgetire; çalma çırpma düşüncelerle, kelimelerle ortaya bir kitap çıkartmıştır, havalarından geçilmez. Her şey hangi ara bu kadar ucuzlayıp ayağa düştü?

70 milyonluk ülkede, kitap okuma oranı binde üçlerde sürünürken, yazarım diye ortalıkta dolaşanların sayısı gün geçtikçe artmakta. Başkasının yazdıklarını okumayan -ki hepsinin ortak bir mazereti vardır "etkilenmek istemediğim için okumuyorum"- ama kendi yazdıklarının okunmasını isteyen et kafalı güruh, edebiyat camiasının içine ettiler. Bu tipleri gördükçe insanın içinden yazmak gelir mi?

Bu yüzdendir ki, okuyan insanlara her zaman saygı duymuşumdur. Aslına bakarsanız okumak eylemi yazmak eyleminden çok daha önemli. Okuyan insanda ego pek olmuyor. Konuşurken size burnunun ucuyla bakmıyor. Kendisini sadrazamın sol .............. düşmüş gibi görmüyor. Ne bildiğinin değil, neler bilmediğinin farkında oluyor. Zira insan okudukça ne kadar cahil olduğunu farkediyor. Hani bir söz var ya; "bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir" diye. İşte, okuyarak bilinç düzeyini arttıran insanlar, bunu çok iyi kavrıyorlar.

Ömrüm hep kitaplar içinde geçti. Okumadan hayatın gerçeklerine ve tadına varamazdım. İyiki kitaplar var. Dahası o kitaplar, yaşadığım insan topluluğu içinde bireyleri daha iyi irdelememi öğrettiler. Yüzünde tatlı gülücük gördüğünüz her insan, size sevgi papatyalarıyla gelmiyor. Her kesin kendi iç hesaplaşmaları var. Bu sebeptendir ki Sartre insan olmaktan ve insanlardan son derece bulantıyla bahsediyor.


Neyse Literas Okuma Kulübümüzün yeni kitabı, Italo Calvino'nun kaleminden çıkmış "Bir kış gecesi Eğer Bir yolcu" isimli kitabı. Kitap oldukça ilginç bir deneyimlemeye benziyor. Daha sonraki konumda sanırım bu kitap üzerine düşüncelerimi yazacağım. Gerek konu, gerekse yazım şekli olarak, farklı bir açıdan ele alınmış, farklı bir roman. Okuyanların beğenisini kazanmış.

Bu yazıları okuyanlarla, bundan böyle daha değişik kitaplar üzerine fikirlerimi paylaşırken okuma kulübümüzden de bahsetmiş olacağım. Olur da bir gün Literas Kitap Kulübüne ratlarsanız, çekinmeden buyurun gelin, aramızda kitabı, kitap okumayı seven herkese yer var.

Sevgiyle ve kitapla kalın

Yayınlar hakkında görüş ve düşüncelerinizi yorum olarak yazabilir, bloğumu takibe alabilir, mail listemize kaydolabilirsiniz. Beğendiğiniz yazıları sosyal sitelerde paylaşarak dostlarınızı haberdar edebilirsiniz. Geldiğiniz için teşekkürler.

Kitap Kulübümüz ve İçimizdeki Şeytan


Kitap okumayı seven birisi olarak, geleneksel okuma tarzımı değiştirmek istiyordum. Bu arada, okuma gruplarıyla tanıştım. Bir iki okuma grubuna katılıp, yeterli olmadıklarını gördükten sonra; literas kitap kulübüyle karşılaştım. Bu hafta ilk toplantılarına katıldım ve Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabı üzerine konuştuk.

Kitap kulüplerinin ya da gruplarının en sevdiğim yanı, klasik okuma tarzının biraz daha derinleşmesine ortam sağlamalarıdır. Şimdi klasik okuma tarzı dediğim şeyin ne olduğunu düşüneceksiniz; bana göre, bir kitabı al, oku, bitirince kütüphanende bir yere koy. Bu kadar. Sonrası pek olmuyor. -ki ben bazan eski okuduğum kitapları, fırsat bulunca yeniden okurum.- Okuma grupları ile okunan kitap hakkında konuşmak, kitabın farklı beyinlerde nasıl şekillendiğini ve yorumlandığını görmemide sağlıyor. Okunan eserin yazarı, içeriği, karakterleri, konusu, belki yazılma macerası gibi sadece okumanın ötesine geçen mecralarda fikir alış verişleri yapılıyor. Bu yapılan ise okunulan eserin beynimizde daha güzel ve kalıcı bir yer edinmesini sağlıyor.



Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabını okuyup, tartışma grubumuza 11 kişi olarak katıldık. Hepimiz kitabı okuyup, üzerinde biraz da düşünerek gelmiştik. Hepimizin eser ve yazarı hakkında söyleyecek bir iki kelamı mutlaka vardı.

Eser, Üç ana karakter üzerinde inşaa edilmiş bir roman. Okuyanlar bilirler, Macide, Ömer ve Bedri romanın üç ana direği. Olaylar bu kahramanların yaşadıklarından oluşuyor. 1940'lı yıllarda geçen roman, o zamanın entellektüel denilebilecek bir çevre ile avam denilebilecek bir çevrenin eş güdümlü mekanlarını barındırıyor. Bununla birlikte iki kültür katmanı arasında gidip gelen insanlar, içsel düşünceleri ve çatışmaları ile kitabın ana temasının tabanını oluşturuyorlar.

Aslında roman içeriğinde verilen en güzel mesaj; hayatı avam tabaka yaşarken, edebiyatını burjuva yapar.

Romanın kahramanlarına gelince, üç farklı karakter, üç farklı faz diyebileceğimiz kişilik yapısı sergiliyorlar. Bana göre bu üç karakterin toplamı, eserin yazarını oluşturuyor. Yani Sabahattin Ali, bu romanda kendi içselliğini kahramanlara yüklemiş. Kültür, yaşayış, düşünüş çatışmaları ile gelişen romanın; Sartre tarsı varoluşçuluk fikrini alttan alta kabul edişini görebiliyoruz eserde.

Tabi burada eserin içeriğine girmeyeceğim merak edenler alıp okuyarak içeriğini daha rahat görebilirler. Benim burada yaptığım şey; okuma öncesi okuyanlar için _ki ben çoğunluk yaparım- girizgah yapmak. Bu yüzden, romanı okurken zorlanmayacağınızı garanti ederim. Her zaman olduğu gibi Sabahattin Ali romanında yalın ve akıcı anlatım dilini kullanmış, bu sebeple çok kısa sürede 200 sayfayı aşkın romanı okuyup bitirebilirsiniz. Roman kahramanları arasındaki fikir ve fiziki çatışmaları olduğu gibi görebilirsiniz ama yazar sizi asla kelimelerden oluşan bir labirente sokmaz. Okuyup bitirdikten sonra sizin hafsalanızda tatlı bir kaç iz bırakacak olan İçimizdeki Şeytan kitabı, içeriğinde dönemin toplum kişiliği ve yaşayış biçimini çok güzel yansıtmış. Kanımca o yıllardan, bu yıllara ülkemizde pek fazla değişiklik olmamış. Yani, dün neysek; bugün de aynısıyız diyebilirim.

Eğer, Kürk Mantolu Madonna romanını okuduysanız, İçimizdeki şeytan romanı size çok aşina gelecektir. Daha sonrasında Kuyucaklı Yusuf ya da Sırça Köşk gibi diğer eserlerini de okuyabilirsiniz.

Öğretmenlik yapan Sabahattin Ali, mesleği gereği ülkenin bir çok iline gitmiş bir yazardır. İçinde yaşadığı toplumu çok iyi irdeleyen Ali, bu toplumu kitaplarında çok güzel yansıtmıştır. Tabi bu bağlamda Tarık Dursun K. veya Fakir Baykurt ile yarışamasada kendine ait güzel bir betimleme ve yansıtma tarzı olduğunu söyleyebilirim. Kentli Türk vatandaşının aslında nasılda kentlileşmek adına kendinden geçtiğini Ali'nin kitaplarında bulabilirsiniz.

Yayınlar hakkında görüş ve düşüncelerinizi yorum olarak yazabilir, bloğumu takibe alabilir, mail listemize kaydolabilirsiniz. Beğendiğiniz yazıları sosyal sitelerde paylaşarak dostlarınızı haberdar edebilirsiniz. Geldiğiniz için teşekkürler.

Kapak Tasarımlarım - 2





Başka bir kapak tasarımıyla sizlerleyim. Fantastik ya da gotik tarz kitaplar için uygun olacağını düşündüğüm yukarıdaki tasarımımda; yeraltı edebiyatına uygunluğu gözönünde bulundurdum.

Kapak çalışmam hakkında fikirlerinizi benimle paylaşırsanız çok sevinirim.

                        

Jean-Paul Sartre - Bulantı


Bulantı (La Nausée), Jean-Paul Sartre'ın 1938 yılında yayınladığı, Existensialism (varoluşçuluk) alanında kendi çapında ses getiren romanıdır. jean paul sartre bulantı kitabında çağına göre yeni bir denemeye girişmiştir. Günlük biçiminde yazdığı kitabında roman kahramanı Antoine Roquentin'in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatmaktadır. Kahramanın hissettiği tiksinti, sadece yaşadığı dünyaya karşı değil, kendisine karşı da yöneliktir.

Sartre Bulantı kitabında varoluşun varlığın olumsallığı ve kendisini çevreleyen boşlukla karşılamasının ortaya çıkardığı tedirgin edici durumu ortaya sermektedir. Satre'ın fenomolojik ontolojisiyle ilgili olarak ortaya çıkarmakta ve en-soi (satre felsefesinde kendi başına varlık , varlığın sebebi olmayan mükemmel, tamamen belli, mutlak imkan, aşağı yukarı objelerin ve eşyanın cansız dünyasına denktir) ile pour-soi (Kendisi için - Sartre eksik, akıcı belirsiz olarak kullanır. İnsan şuurunun varlığına denk) analizlerinin bir sonucu ve yaşantısal bir durum olarak belirmektedir. Bu sebeple Bulantı kitabını anlamak için en-soi ve pour-soi ile ikisi arasındaki ilişkinin anlaşılması gerekliliğini doğurur. Buysa, Sartre'ın varlık felsefesinin genel bir tasviri anlamına gelir.

Zamanının eleştirmenleri romanı, hastalıklı bir durumun bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirmişlerdir. Buna karşın roman ortaya koyduğu güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, Sartre'ın daha sonra geliştireceği bir çok felsefi konuya yer veren son derece özgün bir yapıttı. Doğa ötesi sezgi, roman evrenini kendi dokusuyla beslemektedir. Sartre'ın hemen hemen bütün felsefi ve sanata ilişkin düşünce yönelişlerini içinde barındıran Bulantı; özgürlük, kötü niyet, burjuva karakterleri, sanatın yapısı üstüne görüşleri romanın kahramanı Antoine Roquent'i doğa ötesi bir önem taşıyan buluşunun sonucu olarak dile getirilir.

Bulantı, genelde metafizik bir yazım deneyimi olarak adlandırılır. Sartre'ın ana sorunsalı, romanı okuyan kişilere evreni olduğu gibi gösterebilmektir. Ana tema üzerinden ilerlendiğinde kitap bu amaca ulaşır ama ele alınan sorunlar, soyut bir düzlemde kalır. Öte yandan roman, değişik bir yazış biçimi de getirmiştir. Duru, ılımlı, soğukkanlı bir anlatım, insanoğlunun durumunu apaçık belirtirken anlatıcı bile gözden silinir.

Sartre'a göre bulantı romanı insanının kendi sorumluluğunu duyması demektir. İnsan, sorumluluklarını maskeleyen bu bulantıyı azaltabilir, ama gene de içi rahat değildir. Gerçekte, sadece olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucusu olarak bütün insanlığı seçen kişi, sorumluluk duygusundan da onun sonucu olan bulantıdan da kurtulamaz. Çoğu kimse yaptıklarının yalnız onu bağladığına, yalnız onu sorumlu kıldığına kendisini inandırmağa çalışır. Gene de bir türlü rahat edemez. Çünkü, sorumluluk da bulantı da insanın varlığından gelmektedir.

Kültürün Ana Mekanları “Kütüphaneler”

Türkiye'de kaç kütüphane var?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2015 yılı 'Kütüphane İstatistikleri'ni açıkladı. Verilere göre kütüphane sayısı önceki yıla göre artış gösterdi. TÜİK verilerine göre Türkiye’deki kütüphane sayısı, bir önceki yılla karşılaştırıldığında yüzde 10,86 artı. 2015 yılı itibariyle toplam kütüphane sayısı 29 bin 522 oldu. Buna göre Türkiye genelinde 1 milli kütüphane, 1.130 halk kütüphanesi, 555 üniversite kütüphanesi olduğu tespit edildi. Milli kütüphaneye kayıtlı üye sayısı 36 bin 220, halk kütüphanesine kayıtlı üye sayısı 1 milyon 367 bin 139 ve üniversite kütüphanesine kayıtlı üye sayısı ise 3 milyon 820 bin 761 olurken, toplamda 2014 yılına göre yüzde 2,26’lık bir artış göze çarptı. YÜZDE 5,7 AZALDI Milli Kütüphaneden yararlananların sayısı ise 2015 yılında, 2014 yılına göre yüzde 5,7 azalarak 524 bin 129 oldu. Aynı dönemde kayıtlı üye sayısı ise yüzde 27,7 artarak 36 bin 220’ye ulaştı. Halk kütüphanelerinin sayısı 2015 yılında, 2014 yılına göre yüzde 0,8 artarak 1 130 oldu. Halk kütüphanelerindeki kitap sayısı 2015 yılında, 2014 yılına göre yüzde 5,8 artarak 18 milyon 97 bin 101‘e ulaştı.

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali (bir kitap)



Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali'nin 1943 yılında yazdığı bir romanıdır.

Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melakolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birç
ok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlemniştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.
20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini farketmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatır. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat her zaman olduğu gibi bu romanda da hikayenin sonu kötü biter. Raif Efendi de Türkiye'ye, eski kasvetli günlerine geri döner.
Yaşlanıp ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmel için defteri okur.

Eserdeki kişiler ve özellikleri

Raif: Asıl kahramandır. Raif Bey romanın genelinde kendi halinde, sessiz, sakin, ahlaklı ve sıkıntılı olduğu zamanlarda başkalarına belli etmeyen birisidir. Ancak bu sessizliğinin ardında bir kadına duyduğu sevda gizlidir.
Rasim: Yardımsever
Maria Puder: Yaşamın kıyısında kendi kendine debelenirken; aşkıyla içindeki tüm gizli güçleri sere serpe yaşamak isteyen; güçlü bir kadındır.

Eserin ana fikri

Sabahattin Ali’nin sözü her şeyi açıklıyor; ”Dünya’nın en basit,en zavallı,hatta en ahmak adamı bile,insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!...Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”

Boyalı Kuş-jerzy kosinski (bir kitap)



Bir çocuk düşünün; daha 7 yaşında. Bir savaşın orta yerinde, anne-babasından zorla ayrılmış; dış görünüşü yüzünden, farklı algılanıyor, hele içinde bulunduğu toplum, derin ortaçağın karanlık beyinlerine sahip insanlardan oluşuyor. Sırf saç, ten ve göz rengi yüzünden kendisinden şeytan diye korkuluyor. O yaşında, tek başına hayatta kalma mücadelesi verirken, çevrensinde gördüğü vahşeti, bütün saf çocuk bilinciyle aktarıyor. Bir an, vahşetin yalın anlatımı diyorsunuz ama kitabın ilerleyen safhalarında artık olayları onun gözüyle görmeğe ve yaşamaya başlıyorsunuz.

Jerzy Kosinski, yalın anlatım diliyle, bir çocuğun gözünde, ikinci dünya savaşına pencere açıyor. O zamanın kıyı toplum yapısını, köy halklarının bağnaz tabularını ortaya sererken, aykırı olmanın insanı nerelere sürükleyebileceğini anlatıyor. En önemlisi; "İNSANIN HAYATTA KALMA İÇGÜDÜSÜ, ONU HER ŞEYİ YAPMAYA MUKTEDİR KILAR!" düşüncesini çok güzel ortaya seriyor.

Kitabı okumaya başladığınız anda, kitap sizi birden saracak ve olayların tam ortasına sürükleyecektir. 160 sayfalık bu kitabı, bir solukta okuyup bitireceksiniz ama sorgulamasını uzun süre beyninizde yapacaksınız. Kosinski anlatımı, kendi çocukluğunda yaşadıklarının yansımalarıyla, müthiş bir anlatımla sizin avuçlarınıza bu kitapla geliyor. Yaşamın en aykırı yanlarına göz atmak istiyorsanız mutlaka okumalısınız...