GİDİYORUM GELMEYİN


Bir intihar ancak bu kadar güzel olabilirdi.
Gece saat 3’ü devirmek üzereydi. Pencereden odaya dolan karanlık, efsunlu bir örtü gibi odanın her tarafını kaplıyordu. Köşede duran küçük mumun zayıf ışığı, her şeye rağmen sonuna kadar direnmenin eşsiz timsali gibi kendisini tüketiyordu. Gerçeklerde her zaman sahiplerini böyle tüketir ya! Tükeniş hep adım adım gelir, gitmemek üzere gelir, yerleştiği yere ölüm bulaştırır.
Mu ışığına inat tavanın kirişine asılan bir urgan ortalıkta sallanıyordu. Bir ucu kirişe bağlanmış, diğerine ilmek atılmıştı. Eski binanın fazla yüksek olmayan kerestelerle yapılmış tavanının ortasına denk gelen bu kiriş, bir zamanlar hangi ormanın güzel ağacıydı acaba? Dallarından kimbilir ne kadar çok canlı gelip geçmişti? Karıncalar, örümcekler, kelebekler, kuşlar, sincaplar ve daha niceleri. Bu canlıların kendi yaşam mücadelelerinin temel dayanaklarındandı bu kütük ağaç iken. Yeşilliğiyle çevresini güzelleştiriyordu. Bir ormanın parçasıydı belki, belki de bir dağın başında tek başına yetişmişti. Fakat sonuna kadar direnerek hayata meydan okumuştu. Taa ki o balta bedeninde onulmaz yaralar açıp, devasa bedenini yere devirinceye kadar. Ya şimdi görevi neydi? Bir intiharın isimsiz baş kahramanlığını, isteği dışında yerine getirmek.
Titrek mum ışığının zor bela ulaştığı odanın bir köşesinde konuşlanmış küçük çalışma masası vardı. Masa üstünde açık bir kitap, kitap üzerinde beyaz bir kağıt hemen yanında da bir kalem duruyordu. Bunların dışında odanın diğer köşesinde tek kişilik bir karyola, özenle düzeltilmiş yatağıyla olanlara olacaklara sessizce şahitlik ediyorlardı. Yatağın hemen yanı başında bulunan küçük gardırop, belki de bir daha hiç giyilmeyecek olan elbiseleri bir anne şefkatiyle içinde saklıyordu.
Genç adam önce dışarıya baktı, karanlığın içinden süzülüp gelen yıldız ışıkları gözlerinde son kez parıldadı. Saatine baktı, dörde doğru hızla ilerliyordu yelkovan. Saati yavaşça çıkarıp masanın üzerindeki kitabın yanına bıraktı. Annesi ölmeden bir kaç ay önce hediye etmişti bu saati. Çok değerliydi. Annesine de annesinin büyükbabasından kalmıştı. Ona çok iyi bakmasını tembihlemişti.
Masanın önünde kendi halinde mahzun duran, yıllardır onunla arkadaşlık etmiş olan sandalyeye oturdu. Bu sandalyede oturmayı çok seviyordu. Kimi zamanlar saatlerde onun üzerinde oturup, kah okuyarak, kah düşünerek vakit geçirmişti. Beyaz kağıdın yanındaki dolmakalemi aldı, kapağını çıkarıp arkasına taktı. Kağıdı, kitabın üzerinde yazabileceği şekilde yan çevirdi. Kalem kağıda değmeye ramak kala düşünmeye başladı. Ne yazacağını da bilmiyordu. Uzun bir şeyler yazması gerektiğini hissediyordu ama o kadar uzun şeyler yazacak mecali yoktu. Ne beyninde, ne parmaklarında. Bir süre düşündükten sonra kağıdın tam ortasına bir tırnak işareti yaptı ve devamında:
“GİDİYORUM GELMEYİN!” yazarak tırnağı kapattı. Kağıdı kitabı kapatacak şekilde düzeltip tam üstüne yerleştirdi. Kalemin kapağını kapatıp yeniden yan tarafa koydu. Saate bir kere daha dokundu ve ayağa kalktı. Çok sevdiği sandalyeyi kirişte asılı duran, bir ucu ilmek atılmış ipin altına getirdi. Oraya bıraktıktan sonra pencereye yöneldi. Bir daha hiç göremeyeceğini düşündüğü yıldızlara son kez göz gezdirdi. Geri döndü; sandalyeye çıktı; ilmeği boynuna geçirdi. Tam o sırada masa saatinin alarmı saat 4 oldu diye ötmeye başladı.
Karanlık gökyüzünde sönük ışıklarıyla parlayan yıldızların arasından bir yıldız kaydı.
Share on Google Plus

0 yorum: