KURŞUN ADRES SORMAZ


Kurşun Adres Sormaz

           Ellerim ceplerimde metroya doğru yürüyordum. Dudaklarımda bezgin bir sigara kendi kendine tütüyordu. Hafif bir esinti saçlarımı yalayıp geçiyordu. Evimin yakınında bulunan çayırlıktan yürürken, sürekli orada derme çatma çadırlar kuran çingeneler vardı. Yine geçerken gözlerim onlara takıldı. Zaten takılmaması mümkün değildi, çayırın ortasından geçen ufak dere üzerinde kurulu demir köprüde adım seslerim duyulmaya başladığı anda, biri kız, biri oğlan iki çingene çocuğu, sevimli ama belirsiz bir keder kaplamış, kirli suratlarıyla, yapmacık gülümsemeleriyle bana yaklaştılar. 
“-Amca, bir lira versene!”,
“-Bana elli kuruş versene amca bea!”
Ben yüzlerine baktım, gülümsedim yanlarından geçerken gözlerim çadırlarına takıldı. Sanki çok iyi tanıyordum bu çocukları. Kaldıkları çadırlarını, anne, baba ve ablalarını da biliyordum. Çadırlarının önünde bir ateş yakmışlardı. Anne ve babaları karşılıklı oturmuş sigara içiyor bir şeyler konuşuyorlardı. Ablaları ortalıkta yoktu. Ablaları 16-17 yaşlarında, 170 boylarında uzun, büyük bukleleri olan kumral saçlara sahipti. Tepesinden omuzlarına oradan aşağıya, altın bir nehir gibi akıp giderdi. Saçlarıyla uyumlu açık yeşil gözleri vardı. Yeşil gözleri esmer teninin ortasında, kocaman ve eşsiz iki yeşim taşı gibi dururdu. Hayran olmamak elde değildi. O gözlerinde öylesine güzel bir ışık olurdu ki, yüzüne baktığında insan direk gözlerine sabitlenirdi.

Bu çingene ailesinin hiç kendi içlerinde kavga etmediklerini söyleyebilirim. Bütün yaşamları herkesin gözleri önünde olmasına rağmen, o kadar mutlu bir tablo çiziyorlar ki, anlatılamaz. Mutlaka kendi içlerinde münakaşaları oluyordur, maharet ki, bunu dışarı sızdırmıyor olmalarıdır. Çadırlarının hemen arka tarafındaki alanda, topladıkları hurdalar göze çarpıyor. Şehir sokaklarından, çöplerinden topladıkları hurdaları buraya getirip ayırıyor, sonrada onları büyük hurdacılara satarak geçimlerini temin ediyorlar. Ailenin üç büyük ferdi; anne, baba ve abla üç hurda toplama aracı ile (ki bu araç basit iki tekerlek ve demir parçalarından oluşur. Onun üzerine harar denilen büyük bir çuval konur, toplanacak şeyler o çuvalın içine konularak taşınır. Alet insan gücüyle hareket etmektedir ve şehrin yokuşlarında bu aleti çekip çıkarmak ya da trafikte olmak geriden göreni gerçekten düşündürür. Onlar bunu ustalıkla kullanırlar. Aletin büyük uzun kolları vardır iki yanında uçları omuzlara gelecek şekilde kıvrımlıdır, neredeyse bir otomobil genişliğine yakın genişliği vardır.)  şehrin sokaklarındaki çöplükleri gezerler, kağıt, alüminyum, bakır ve benzeri değerli şeyleri toplarlar. İki minik ise çadırda kalır, kendi kendilerini oyalarlar.

Ne kadardır oradalar, ben ne kadardır bunlara böylesine alıcı gözlerle bakıyorum, hatırlamıyorum. Ne tuhaftır ki, onları orada ne zaman görsem, salaş ama çocuksu bir gülümse beliriverir yüzümde. Mutluluklarını kıskanırım. Zaman içinde anladığım kadarıyla kızın bir de sevgilisi var, kaçamak buluşmalarda onları gördüğüm olmuştur. Birbirlerinin yanında dünya onlarındır sanki. Bilindik sevgili tablolarına asla benzemezler. Ne kız, kafeye götür, sinemaya götür, hediye al triplerine girer, ne çocuk bunun ağırlığını hisseder, onlara bir ağaç gölgesi, gizbe bir köşe ve birbirinin içine bakan gülümseyen gözleri yetiyor. Öylesine saf, çıkarsız, temiz duygular taşıdıkları birbirlerine bakışlarından okunabilmektedir. Kızın sevgilisi, 20 li yaşlarda sanıyorum. Uzun boylu, güneş karası bir teni ve koyu kahverengi gözleri var. Öyle alengirli giyinen birisi değil. Anlayabildiğim kadarıyla o da, kızın ailesi gibi hurda topluyor, doğal olarak bunu o da ailesiyle birlikte yapıyor; kız gibi. Buluşmaları da zaten çoğunlukla böylesi ağır çalışma sonralarında oluyor. Bu ilişkilerini aileleri biliyor mu bilmiyorum. Görünen en bariz şey, iki sevgilinin bir araya geldikleri zaman ne kadar çok mutlu oldukları oluyor. Çocuk, oldukça uzun boylu, yapılı bir vücuda sahip. Siyah saçlarını asla taranmış bir halde görmediğimi söyleyebilirim. Her zaman üstünde salaş, eski püskü bir gömlek, ayağında dizleri erimiş bir pantolon ve tozlu, boyasız ayakkabıları vardır. Kızın rengârenk kıyafetinin ışığı altında sanki solmuş bir kır çiçeği gibi görünür ama onlar buna hiç aldırmazlar. Bu kız ve oğlanın buluşmalarına ne zaman şahit olduysam, dikkatimi çeken tek şey olmuştur; mutlaka kızın sağ kulağının üstüne takılmış, beyaz bir papatya olurdu. Kumral saçlarının üzerinde papatya o kadar güzel görünürdü ki, sanırsınız ki, papatya sırf orada olmak için yaratılmıştır. Çoğu kişinin aradığı mutluluk tablosu bu olsa gerek…

Ne zaman hüzünlü olsam, bu iki çingene genci düşünür, biraz olsun mutlu olurdum. Onların saf insansı aşkları beni imrendirirdi. Günlerden, sıradan bir pazara gözlerimi açtığım bir gündü. Ekmek almak için dışarıya çıktığımda, mahşeri bir kalabalığın sokaktan, çingenelerin o tarafa aktığını gördüm. Aslında, pekte bu tür olaylara merakla bakan birisi olmama rağmen kalabalığın aktığı tarafa doğru biraz ilgi ve dikkatle baktım. Çadırın olduğu yerde birkaç tane de polis arabasının olduğunu, kalabalığın oraya doğru aktığını gördüm. Fazla da oyalanmadım ve bakkala yöneldim. O gün, nefret ettiğim, insanların içlerindeki “ayıları”, “aç kurtları” dışarıya saldıkları, kırıp döktükleri, kavga ettikleri ve sporlar uzaktan yakından alakası olmayan tavırlar sergiledikleri büyük bir derbi maçının olduğunu öğrendim. Bakkala girdim ve ekmek istedim. O arada bakkala sordum:
“-Hayırdır ağabey ya, bu kalabalık niye toplanmış oraya ki?”
Bakkal yüzüme şöyle bir baktıktan sonra;
“-Sorma ya, bu maç magandaları silah sıkmışlar, bir çingene kızını vurmuşlar.”
Dedi. Yüzünde derin üzgün bir ifade vardı. Devam etti;
“-Olaydan biraz önce kız gelip benden bir şeyler almıştı. Biraz laflamıştık. Zavallı kızı vurmuşlar. Kimin vurduğu belli değil tabi. Kim vurduya gitti garibim.”
Dedi ve sustu. Ben ekmeğimi aldım;
“-Ne yaparsın be ağabey, adı konulmamış ve devlet destekli terör diye buna denir işte. Bu futbol olayını böylesine pohpohlayan iktidar aslında bunun tek suçlusu.”
Dedim ve çıktım. Çıkışta tekrar kalabalığa göz attım. Millet sanki bayram alayına gider gibi, derinden yükselen büyük bir uğultuyla o tarafa doğru gidiyordu. Orada bir insan ölmedi ve bir ayı oynatılıyordu sanki. Yıkılan bir aile saadeti, kararan gelecek, toprağa gönderilen bir aşk.

Olaydan bir  iki gün sonrasıydı; gene aynı yerden geçerken, çingene çadırına dikkat ettim. Büyük bir hüzün olduğu belliydi. Ne çadırın önünde ateş yanıyor, ne çevresinde birileri geziniyor, ne de yolda önüme çıkıp para isteyen o iki minik, sevimli çocuk görünüyor. Onlara yakın olan birkaç kişiyle konuşmak istedim. Özellikle, daha öncede sohbet ettiğim, onların yakınında sergi açan bir amcayla sohbet için yaklaştım.
“-Amca selamün aleyküm. Nasılsın?”
Amca;
“-Aleyküm selam, eyiyim evlat, sen nasılsın?”
“-Teşekkür ederim amca iyiyim. Dün neler oldu burada ya, o mahşeri kalabalık neydi öyle?”
“-Ya sorma evlat, maça giden itlerden birisi silah sıkmış. Attığı mermilerden birisi, çadırdaki kızcağızı bulmuş, mermi tam da kalbine gelmiş, kızcağız o an can vermiş. Polisler bulacağız falan dediler ama, ne gezer, kim kime, dum duma. Kurşun adres sormuyor ki? Gitti fidan gibi kızcağız.”
Oradaki onları tanıyan herkesin yüzünde belirgin bir üzüntü hemen göze çarpıyordu. Amcanın kulağına doğru eğildim fısıltıyla;
amca, bildiğim kadarıyla kızın bir sevgilisi vardı gördün mü hiç?”
Amca aynı fısıltıyla;
“-evet ya, dün buralardaydı, deli gibi dolaşıyor, ağlıyordu. Garibim divaneye dönmüştü. Ne yapacağını bilmez bir halde, deli taylar gibi bir o yana bir bu yana gitti geldi durdu. Kimseye de bir şey diyemedi. Millet dağıldı o hala buralardaydı. Ne zaman gitti bilmiyorum. Bugün hiç görünmedi.”
Dedi. Ben de çok üzülmüştüm. Tekrar selam verip yanından ayrıldım. Aradan bir haftadan fazla zaman geçmişti ki, sergici amcanın yanına tekrar uğradım. Zaman zaman yaptığımız sıradan laflamalardan birini yapıyorduk ki, laf arasında amcaya soruverdim;
“Amca ya, şu kızın sevgilisinden haberin var mı? Hiç gördün mü buralarda falan ne haldedir acaba?”
Adamın yüzü limon yemişcesine yeniden buruştu. Bana dönerek;
“Evet, haberim var. Geçen gün onunda cesedini bulmuşlar. Onların çadırlarının olduğu yere yakın bir köprü var. O köprünün ayağında, bilekleri kesilmiş halde can vermiş bedenini bulmuşlar. Söylediklerine göre, sağ elinde bir de papatya varmış.”
Bu haberi duyduğumda bütün bedenim, derin bir ürpertiyle titredi. Adeta feci bir fırtına koptu ruhumda. Bir an başımın döndüğünü, dengemi kaybettiğimi hissettim. Kısa sürede kendimi toparladım ve amcanın yanından ayrıldım. Bir süre sonra da, çingene çadırının yerinde olmadığını gördüm. Öğrendiğime göre gitmişler. Ahmakça bir oyunun, gözü dönmüş cani taraftarlarının umarsız elindeki tabancadan çıkan bir kurşun, bir aileyi, bir aşkı, genç bir fidanı, kocaman bir huzuru yerle bir edip, geçip gitmişti. Amcanın sözleri kulaklarımda bir kez daha yankılandı;
“KURŞUN ADRES SORMAZ Kİ BE EVLAT”
                                                                                                          şiiradamı - 15 mayıs 2012
Share on Google Plus

0 yorum: