HAYATIN KIRINTILARI

       Geçen yılları saymak bazen insanoğluna ağır gelir. Onun yerine, geçen yılların içinden küçük parçaları alır önüne, bir yap-bozun parçalarını yerleştirmek gibi tek tek oynar onlarla. Geçmiş nedense bugünden daha çekicidir, özlenendir, tadı başka olan yaşanmışlıklardır. “Eskiden biz/ben…” diye başlayan her cümlede, gizli özne özlemdir. Bugün yaşadığıyla/yaşanılanlarla, geçmişte yaşadıklarının/yaşananların kıyaslanmasıdır olayın özü.      
     Yırtılmış, kırılmış, solmuş fotoğraflarda arar kaybettiği güzel geçmişini. Tatlı bir yolculuktur aslında, o fotoğraflarda gezinen gözlerin çıktığı mecra. Git-geller içinde, o günü, bu güne getirme, eleştirme, yerme. Bütün hayıflanmalar, yaşanmış anların, boşa yaşandığı hissiyatının tercümanıdır aslında. Yıllar geçtikçe ruhta açılan her yara, yarasız zamanlarına öykünür. Aslında bu ne kadar paradoksal bir eğilim olsa da, bugün yaşamışlığa, dünün güzelliklerini taşıyabilmek arzusu, karşı konulmaz bir hal alır.      
       En çokta; aklımızda kalan, çocukluk ve gençlik yıllarımızda ki yaşanmışlıklarımızdır. Hatıratlar hep çocukluktaki oyunlarla başlar. Daha senli benli; daha insanın doğrudan içinde bulunduğu, yaratıcılık yanlarımızı göklere çıkartan; yine de muhteşem bir düzen içinde olan. Sonra gençlik yılları. Okul çağları, ilk aşk fırtınaları, nihayetinde askerlik, evlilik anıları. Hepsi toplanır, özünde özlem acılarını barındıran, naif ve tatlı bir gülümse olur, yüzümüzde gizliden açan nergis gibi açılıverir. Hatırlıyorum da; çocukluğumuzda her dönemin ayrı oyunları vardı. Bu oyunların zamanları asla şaşmaz, hiçbir önderliğe gerek kalmadan, bütün çocuklar aynı oyunu oynar olurduk. Mesela, ilkbahar ayları; uçurtma aylarıydı. Kocaman heverlerle uçurma yapma çalışmalarına ve yeni uçurtma yapma biçimlerini üretme yarışları başlardı. Yaz ayları bilye, çelik-çomak, oyuncak araba, kovboyculuk v.s. oyunlarının zamanlarıydı. Sonbaharlar saplangaç oynamanın en güzel zamanlarıydı; zira, yağmurlar olabildiğine yağmaya ve toprağı yumuşatmaya başlardı. (günümüz metropollerinde özellikle çocukların toprak alan ve saplangaç oynama mecralarını bulmaları neredeyse imkansız bir hal aldı.) Yumuşayan toprakta, çeşitli versiyonları olan saplangaç oyununu topyekün oynamaya başlardık. Kimimiz bir çiviyi kendine göre biçimlendirmiştir; kimimiz bir çakıyı. Sonrasında oyuna katılanların sayısı kadar merkez çizgiler çizilirdi. Ekseriyetle üç kişi oynanır ve ortaya bir Y şekli çizilir, sonra uçlar üç kişi tarafından bölüşülürdü. Bu oyunda amaç, oyuncuların birbirlerinin yolunu keserek, çıkışlarını engelleyip, belli bir yere mahkum etmekti. Çizgiler kesinlikle birbirini kesmezdi ve en dış tarafa çıkıp diğer iki oyuncuyu içeriye mahkum eden oyunu kazanırdı. Şimdi o zamanlar geliyor aklıma da, yüzümde nergisler açıyor.            
      Işık hızında yaşanan hayatın evrelerinde çocukluklar o kadar hızlı eskiyor ki; anlamlar anlamsızca dökülüyor. Beton yığınları arasında yaşamaya mahkum olmuş küçücük bedenlerin, yarına analatacakları anılar bir bir ellerinden alındı. Ne yazıktır ki, yakın gelecekte çocuk olmak ya suç olacak, ya da imkansızlaşacak. Eskilerin doyumsuz tadını taşıyan anıları yitirmemek için ne kadar çabalasakta, kapitalist düzen her şeyi kendi istediği şekle sokuyor…

0 yorum: