mutluluk


Öyle bir zamandı ki bu; ellerin kutup ayazında buz keserdi. 

Gözlerinde terkedilmiş çocukların masumiyeti dururdu. Hayata anlam katmak için bakardın hep; yalnız yürümenin, birisiyle yürümekle arasındaki farkı anlatırdın. "Birlikte yürüdüğün kişiyle adımların aynı olmalı!" derdin. 

Yalnızlığa gömülmek acıdır, en basitinden sevmeyi bilmeli insanlar.

Terkedilmiş olan kelimelerden oluşturulmuş cümleler arasına sıkışıp kalmamalıyız. Hayatımıza yeni bir anlam yüklemek adına; pır
ıl pırıl kelimelerle konuşmayı becerebilmeliyiz. Bazen de hiç eskimeyen kelimeler kullanmalıyız; "gülümsemek" gibi, "mutluluk" gibi, "sevmek" gibi.

Acıların tufanına dur diyebilmektir aslında mutlu yaşamak.

İnsan güne, kendine "günaydın" diyerek başlayabilmeli. Kendisiyle başlamalı her güne. İvediyle uyunmuş bir uykunun artığı gibi yatakta bırakmamalı kendisini. Gözleri açıldığı anda yeni güne; ruhu da açılmalı. Evden çıkmak ızdırap olmamalı.

"Her yeni güne, taze bir günebakan gibi başlamalı insan" derdin...şiiradamı

0 yorum:

karınca kadarınca


Sokulmuştum bir yaprağın gölgesine. Hayatın zılgıtını yediğim yetmiyormuş gibi birde bir yaprağın gölgesinde yaşamak düşmüştü payıma.

Hayatın çözümlemesine soyunmak vardı ama felsefemiz yetmedi. Bir dilim ekmek, birkaç gram peynire tav olduk. Yorgunduk, yılgındık.

İskelede çürümeye terkedilmiş bir tekne gibi kendi denizimizin suyunda çürümeye terkedilmiştik. Kim tarafından bilinmez. 

Hani vardır ya; kanadı kırık bir kuş bile, durmadan yem peşinde koşar, kendi eksiğine ald
ırmadan. Yaşama çabasıdır bu; uçmak yan etkendir. Hayatta kalma bilinci bütün canlılara doğuştan verilirmiş.

Öyle bir çabaydı benimkiside, dalından düşmüş yaprağın altında sinmişliğim. Hayatın badirelerinden kalan yara izlerimle, içimde büyüttüğüm korkularımla, bir gölge çekersem üzerime, belki daha güvenli olurum yalanı.

Gün gelir herkes çekip gider hayatınızdan. Çiçeklerden başlar bu gitmeler, sonra ağaçlar, güneş, mevsimler en son ömür. Yalnız doğduk ya; giderkende yalnız gideceğiz ölüm sonrası yolculuğumuzun başlangıcına.

Yaşamak gibi kutsal bir savaşın, karınca kadarınca bir neferiyiz...şiiradamı

0 yorum:

KENDİNE BATAN YAŞAMLAR


En çok yalnız kaldığımızda ortaya çıkar buhran zamanları. 

İşsizliğiniz, yüzsüzlüğünüz, parasızlığınız. 

En acısı işsiz kalmaktır ki, işe yaramaz biri, hayata yük, insanlara zul gibi hissedersiniz kendinizi.

Ağlamaklı bir ruh haliyle hesaplaşırsınız kendinizle.

Hep suçlusunuzdur; suçsuzluğunuz bile suç olur.

Acımasızca diğerleri tarafından eleştirilir, yargılanırsınız.

İşte o zaman, savunmasız yanınızdan vurmuştur yalnızlık.

Sizi insanlar tam bir terör edasıyla katletmeye başlarlar.

Kaçış yollarınız tıkanır, kör bir pusuya düşürülürsünüz.

En can bildikleriniz bile sırtını dönerler; kendi dört duvarlarında, ellerindekiyle mutlu olmanın keyfini sürerler.

Siz tam da o vakit geceye ruhunuzu teslim ediyorsunuzdur.

HAYATIN ACIMASIZLIĞI İNSANLARIN ACIMASIZLIĞI İLE DOĞRU ORANTILIDIR...şiiradamı

1 yorum:

Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali (bir kitap)



Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali'nin 1943 yılında yazdığı bir romanıdır.

Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melakolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birç
ok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlemniştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.
20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak aşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini farketmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominanttır. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatır. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu dile getirir. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlarlar ve uzun süren bir arkadaşlık başlar. Raif Maria'yı çok sevmektedir fakat Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamaz. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışır. İkisi beraber rüya gibi günler geçirirler fakat her zaman olduğu gibi bu romanda da hikayenin sonu kötü biter. Raif Efendi de Türkiye'ye, eski kasvetli günlerine geri döner.
Yaşlanıp ölümünün yaklaştığını anladığında, bu güzel günleri kaydettiği defterinin yakılmasını genç iş arkadaşından rica eder. Genç iş arkadaşı da Raif Efendi ile ilgili bu gizemi çözmek ve onu daha yakından tanıyabilmel için defteri okur.

Eserdeki kişiler ve özellikleri

Raif: Asıl kahramandır. Raif Bey romanın genelinde kendi halinde, sessiz, sakin, ahlaklı ve sıkıntılı olduğu zamanlarda başkalarına belli etmeyen birisidir. Ancak bu sessizliğinin ardında bir kadına duyduğu sevda gizlidir.
Rasim: Yardımsever
Maria Puder: Yaşamın kıyısında kendi kendine debelenirken; aşkıyla içindeki tüm gizli güçleri sere serpe yaşamak isteyen; güçlü bir kadındır.

Eserin ana fikri

Sabahattin Ali’nin sözü her şeyi açıklıyor; ”Dünya’nın en basit,en zavallı,hatta en ahmak adamı bile,insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!...Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”

0 yorum:

İNSAN OLMAKTAN VAZGEÇEBİLİR MİYİM?


Salakça bir sorgulamaydı kafamdaki; "neden bu dünyadayım?"...
*-Bir yanda, birileri çıkıp, türümüze addedilen insan terimi ve yaşam format(lar)ı üzerine ahkamvari demeçler verirler; diğer yandan birileri çıkar, bu ahkamvari demeçlerin özüne tam zıt tutumlarda bulunurlar. Temel Kaos... (her insan yaşama hakkıyla doğar-çıkar savaşları)
*-Bu dünya yalnızca insanlara biad edilmiş bir ortam değildir. İnsanlar dışında yaşayan canlılarında bu gezegende hakkı bulunmaktadır. Doğayı oluşturan unsurlar, "ağaçlar, çalılar, otlar, dereler, göller v.s" insanlar gibi iletişimin üst boyuntunda olmadıklarından dolayı kendi isyanlarını dile getiremezler. Aslında onların varlığı, insan ırkının varlığının temelidir ama egoist insanoğlu kendi çıkarları için yaşamının temelini kendi elleriyle oyar. Kaos parçacıkları.
*-Aslında her düzen kendi içinde bir kaos yaratıcısıdır. Her kaos ise kendi düzenini ortaya koyar. Önemli olan varolan düzeni, kaosun yarattığı düzenle örtüştürebilmektir. Lakin, insanoğlu gene devreye girer ve kaosun düzenini kendi megolomanlığıyla değiştirir. Kaosun yıkıcı yanı.
Kafamdaki salakça soruya gelen açıklama buydu. İNSAN OLMAKTAN VAZGEÇEBİLİR MİYİM?...şiiradamı

0 yorum:

AL BENİ ANNE....


Gecenin suskun ağzında keskin bir dil gibiydi düşünceleri. Kaçmak istedikçe etinden bir parça koparıyorlardı adeta. Kaçmak istiyordu ama nereye. Annesini yitiren bir çocuk gibi gözlerinde masum yaşlar akıyordu. Odasının en karanlık köşesine sinmiş iki büklüm, güneşin özgürlük nidaları gibi ışıklarıyla imdadına yetişmesini umuyordu.
Yalnızdı. Korkularına esir düşmüş ruhu bedenini acıtıyordu. Başından omzuna doğru bir ışık şelalesi gibi dökülen saçları sanki o
nun idamına hazırlanıyordu. Soğuktu. Ağustosun ortasında dişleri birbirine vuruyordu. Annesi geldi aklına. Bir an yüzünde bebek gülümsemesi belirdi. İçi birden ısındı. Göğsünde, korkuyla birleştirdiği elleri karanlığa doğru açıldı.
İşte, karşısındaydı. Nur yüzlü annesi, öbür taraftan onun feryadını duymuş ve imdadına yetişmişti. Her zaman güvendiği güneş, bugün geç kalmıştı; annesi daha erken yetişmişti. Kollarını açtı ve kendisine kollarını açan annesine doğru gitmek için yerinden doğruldu. Yüzündeki masum gülücük adeta karanlık odayı nurla kaplamıştı. Dineldi.
Hem annesinin, hem kendisinin kolları sevgiyle, hasretle ve güven duygusuyla açılmıştı. Yavaş adımlarla annesine doğru yürüdü. Gerçekle zahiriyi ayırt edecek durumda değildi. İçinde bulunduğu durum onu kendisinden çoktan almıştı. Bütün gerçeklik kavramlarını, insanların acımasızlığında yoketmişti. Yaşadıklarının acısı, insan olma erdemini yerle bir etmişti.
Annesine doğru yürüdü, yürüdü, yürüdü. O annesine sarılıyordu; odayı bir nur seli kaplıyordu. Bedeni, annesinin ışık halesinin içinde yavaşça yokolmaya başlamıştı. Kalbi hızla atıyordu. Yaşadığı heyecandan, mutluluktan başı dönüyordu. Çok uzun zamandır hiç böyle mutlu hissetmemişti kendini. Yavaşça annesine sarıldı. Annesinin huzu veren kolları bütün bedenini sarmıştı. Odada beliren yoğun ışık ve nur haleleri onun bütün bedenini sarıp sarmalamış, görünmeş hale getirmişti.
Saban odasına girenler yerde cansız yatan bedenini bulmuşlardı. Ölmüştü. Fakat, bu ölüm farklıydı; yüzünde okunan derin huzur ve tatlı bir tebessümle. O artık annesinin kollarındaydı....şiiradamı....

0 yorum:

aşkın ters yüzü



Suskundu kadın, üzgündü adam. İçlerindeki yara durmadan kanıyor, gün be gün de derinleşiyordu. Konuşamamanın, kendilerini suskunluğa mahkum etmenin vebali asılmıştı boyunlarına. Kadın da adam da kederlerinden her gece zil zurna sarhoş oluncaya kadar içiyorlardı. Kime anlatsınlar ki dertlerini; dertlerinin ilacı kavuşmalarıydı. Kadın adamı deli gibi seviyordu ama söyleyemiyordu; adam kadın için deliriyordu ama söyleyemiyordu. Suskunluk çökmüştü ikisininde diline.

Kadın, deli sarhoşluklarına dalıyor ve; 
“-Allahım yardım et bana; bunu ona nasıl söyleyebilirim? Yüreğimi yakan acılar yetmiyormuş gibi bir de onun acısı, öyle ağır ve çekilmez geliyor ki. Ne kadar sarhoş olursam olayım, gerçekleri değiştirmeye gücüm yetmiyor. Onun karşısına geçip; “ulan ibne seviyorum işte, seviyorum ulan var mı daha ötesi” demek istiyorum ama yapamıyorum, yapamıyorum!”  isyanlara garkoluyordu.

Adamın durumu da farklı değildi; her an fotoğrafı elinde, sitemleri dilindeydi. 
"-sen benim bu güne kadar sevdiğim tek kadınsın diyebilseydi. Diyebilseydi de, dediği zaman ne bok olacak ki; haydi diyelim kadın kabul etti; ne olacak? Başlayacak yine kıskanmalar, istekler bilmem neler, klasik kadın tavırları. Ya iyi de, şöyle akşamları eve gidince, başını omzuna koysa, ya da dizine koysa, o yumuşak elleriyle saçlarını okşasa, kendisine tatlı sözler söylese, onun kokusunu hissedebilse. Yatınca ona sımsıkı sarılıp, bütün sıcaklığını bedeninde hissedebilse fena mı olurdu yani? Çok iyi olurdu ama gel gör ki, …"

Kadının maddi durumu yerindeydi ama hasta bir oğlu ve yaşlı bir annesi vardı. Sürekli onların çevresinde olmak zorundaydı. Adam, sıradan bir iş yerinde maaşlı olarak çalışıyordu. Kadını neredeyse her gün görüyordu. Çoğunlukla gözleriyle ve başlarıyla selamlaşmadan öteye geçmeyen bir ilişkileri vardı sanki. Hasbelkader birbirine takılan bakışlarında alabildiğinde naiflik vardı. Sanki birbirlerinin bakışında ruhlarını arındırıyor, yeni doğmuş bebek saflığına kavuşuyorlardı. Ah birde birbirlerine açılabilselerdi. 

Nice içkili geceler uykusuz sabahlara kavuşmuştu; nice zamanlar yüreklerini kavuran acı hep birbirinden habersiz, yalnız yaşanmıştı. İkisinin de canına tak etmişti aslında. Birbirlerini gördükleri anda yüzlerinde beliren çocuksu gülümsemeler, açıkca davetkardı. 

Adam, o gece kararını verdi, yarın ilk gördüğü yerde onunla konuşacak, yüreğindekilerini diline döküp, kendisini anlamasını sağlayacaktı. Aynı sıralarda kadın da, loş odasındaki koltukta bitmiş şarap şişesine bakarak aynı kararı verdi; yarın kesinlikle sevdiği adamla konuşacaktı. Kadının içi birden neşelendi, pır pır etti. Sevinçli bir hale büründü. Yarın olmasını sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Uzun zamandır ilk defa böyle bir heyecan hissediyordu. Adam, kalktı meyhaneden evine gitti. Evine varır varmaz önce bir kahve yaptı. Sonra güzelce bir duş alıp kendine geldi. Sabah mutlaka söyleyecekti. Salonda bulunan kanepeye uzandı, hafif bir uykuyla sabahı karşılayacaktı.

Sabah, evden sokağa çıkar çıkmaz gözleriyle çevreyi taramaya başladı. Kadın pencereden adamın geldiğini görmüştü. Apar topar aşağıya indi. Karşıdaki dükkana gider bir tavırla yoldan karşıya geçerken, adamla yolları kesişti. Önce masum gülüşleriyle selamlaştılar. Tuhaf ikisininde gözlerinde alımlı bir ışıltı vardı. Adam:
"-Sizinle biraz konuşmamız mümkün mü?" diye sordu
Kadın:
"-Tuhaf ben de size aynısını soracaktım. Tabi, neden olmasın?"
Yolda birlikte yürümeğe başladılar. Adam açıldıkça açıldı. Adam anlattıkça kadın rahatladı. Yüzündeki gerginlik gitti. Adam anlattıkça çocuklaştı. Kadın dinledikçe aşkı arttı. Nihayet istedikleri yerine gelmişti. Nihayet olmuştu.
Adam;
"-Benimle böyle bir aşk yolculuğuna, omuz omuza var mısın?" dedi.
Kadın:
"-Ömrüm yettiğince bu yolda seninle omuz omuza olmaya çoktan razıyım ben!" dedi.

Elleri kendiliğinden birleşti. Ne kadar yürüdüklerini bilmiyorlardı ama bulundukları yer geniş bir alandı. Durdular, birbirlerine döndüler. Birden birbirlerine sarıldılar. Bu sarılma öyle sıradan değildi, adeta birbirlerinin bedenine kendi ruhlarını kattılar.. 

0 yorum:

Boyalı Kuş-jerzy kosinski (bir kitap)



Bir çocuk düşünün; daha 7 yaşında. Bir savaşın orta yerinde, anne-babasından zorla ayrılmış; dış görünüşü yüzünden, farklı algılanıyor, hele içinde bulunduğu toplum, derin ortaçağın karanlık beyinlerine sahip insanlardan oluşuyor. Sırf saç, ten ve göz rengi yüzünden kendisinden şeytan diye korkuluyor. O yaşında, tek başına hayatta kalma mücadelesi verirken, çevrensinde gördüğü vahşeti, bütün saf çocuk bilinciyle aktarıyor. Bir an, vahşetin yalın anlatımı diyorsunuz ama kitabın ilerleyen safhalarında artık olayları onun gözüyle görmeğe ve yaşamaya başlıyorsunuz.

Jerzy Kosinski, yalın anlatım diliyle, bir çocuğun gözünde, ikinci dünya savaşına pencere açıyor. O zamanın kıyı toplum yapısını, köy halklarının bağnaz tabularını ortaya sererken, aykırı olmanın insanı nerelere sürükleyebileceğini anlatıyor. En önemlisi; "İNSANIN HAYATTA KALMA İÇGÜDÜSÜ, ONU HER ŞEYİ YAPMAYA MUKTEDİR KILAR!" düşüncesini çok güzel ortaya seriyor.

Kitabı okumaya başladığınız anda, kitap sizi birden saracak ve olayların tam ortasına sürükleyecektir. 160 sayfalık bu kitabı, bir solukta okuyup bitireceksiniz ama sorgulamasını uzun süre beyninizde yapacaksınız. Kosinski anlatımı, kendi çocukluğunda yaşadıklarının yansımalarıyla, müthiş bir anlatımla sizin avuçlarınıza bu kitapla geliyor. Yaşamın en aykırı yanlarına göz atmak istiyorsanız mutlaka okumalısınız...

0 yorum:

SENSİZLİK Mİ; ONU HİÇ SORMA...


Hep sana gelmek istedim; annesini özleyen bir bebek gibi.
Her çabamda, soğuk duvarlarına ve tipilerine çarpıldım.
Cesedim süründü ayaklarının dibinde; savruk bir serüvenin zahiri bir kahramanı gibiydin. Gerçek denilen fenomenin hiç farkında değildin oysa, şimdi yaşamak zamanıydı, gül dudaklarında sıcacık bir baharı.

Ben karanlık odamda kendimle savaşırken, seni hep bu savaşın en masum şahsiyeti olarak korudum. Hem kendi savaşımın, hem senin ka
hramanın olmak istiyordum. Geriye kalan yaşamsalların hepsi bu yazı kadar zahiriydi benim için. Sinemi parçalayıp, sana doğru koşmayı arzulayan bu yürek, sana ramak kala hayata tutunmaktan vazgeçti. Onu vazgeçiren sadece senin "SOĞUK KIŞINDI!"

Hep kendimden gittim ben, sana varmak yolunda. Geride bıraktığım her ben'de, bir gerçekliğimi terkettim. Çılgın bir savaşın, yıkık dökük harebesi gibiyim artık. Ne yeni bir "sen" bulmaya mecalim var; ne de başka dağların baharında nefes almaya. Hazanları topladım heybeme, ne zaman canım sıcaklık çekse birisini ruhuma katıyorum. Yalnızlığımla ancak böyle başa çıkabiliyorum. Sensizlik mi; onu hiç sorma!...şiiradamı

0 yorum:

İYİKİ VARSIN



Kendime döndüğüm zamanlarda, yaşlar içime akarken, dünyam başıma yıkılırken, duvarlar
üzerime gelirken, çaresizliklerin dal göbeğinde, kendi kendimi tüketirken, başımı
dayayabileceğim bir omuz ararken, kollarım boşluğu sararken, hep sen vardın.
iyiki varsın...
Gökyüzümün karanlığa boğulduğu zamanlarımda, aklım firarlara gebeyken, kelimeler hafsalamda
oyunlar oynayıp, çılgınlık sınırlarına sürüklerken beni, yalnızlıklarla çatışırken her
zaman yanımda birisini arzulamışımdır. Hangi insan yalnızlığın devasa törpüsü karşısında
güçlüdür. Hangi birimiz istemeyiz ki böyle zamanlarımızda, yanımızda birisinin olmasını.
Bir dost, bir arkadaş, bir sevgili, bir abi-abla, bir kardeş, anne-baba, herşeyin olan
birisini. Hangimizin hayatında vardır böyle birisi?
iyiki varsın...
Ne zaman başım sıkışsa, yüreğimde öbeklenmiş dertlerimi paylaşmak arzusu hissetsem, başımı
omzuna yaslayıp, gözyaşlarımı güvenle akıtabileceğim, söylediğim sırlarımın güvende
olacağını bildiğim, kimselerle paylaşamadığım şeyleri paylaştığım DOSTUMSUN...
iyiki varsın...

Çetrefilli hayatın girdapları arasında, neşelenmek, kederlenmek, efkar bastığı zaman,
efkarımı dağıtacak; iki satır şiirle duygu denizine açılmak, delice dans etmek istediğim
zamanlarda yanımda olmanı istediğim ARKADAŞIMSIN...
iyiki varsın...
Duygu depremleri yaşadığım zamanlarda, ayakta kalmamı sağlayan; aldatılmalarımda,
sevgilimle yaşadığım mutluluk anlarında, buhranlarımda, kıskançlık krizlerimde, yollarımın
çıkmaza girdiği zamanlarda, kaybettiğim kendimi bulma çabalarımda, aşk adına yaşadığım her
anda ve herşeyde SEVGİLİMSİN...
iyiki varsın...
Öyle anlarımız olur ki, yaşam denilen mezbele içinde, hep, bir abi-abla'ya, kardeşe
ihtiyacımız olur. Sen öyleydin ki, o kadar özeldin ki, benim abim-ablam, kardeşim oldun.
Sende aradığım ne varsa bana verdin. Senin verdiğin senden yüce şeylerdi. Kan bağına
ihtiyacımız yoktu, seninle gönül bağımız, yürek bağımız yeterliydi; ABİM-ABLAM,
KARDEŞİMSİN...
iyiki varsın...
Yeri geldiğinde hayatıma bile müdahale eden ama kırmayan, beni sarıp sarmalayan,
sahiplenen, en acı şeyleri, en tatlı dilinle, en tatlı anlatımınla anlatan oldun. Sen
ANNEM-BABAM olansın...
iyiki varsın....

ŞİİRADAMI

0 yorum:

GECE PUSUDA



Gece öyle bir susmuştu ki; ışığın bile sesi gelmiyordu. Gözlerin karanlığı delmeğe çalışması ise afaki bir eylemden öteye geçemiyordu.

Yüreklere düşen korku, ağacı yavaş yavaş öldüren bir kurt gibi, sabahı beklemeden, körpe yü
rekleri yiyip bitiriyordu sanki. Adeta ellerine yapışan soğuk metal, çoğu zaman hayatla aralarındaki tek bağ oluyordu. Sesini yitirmiş gecelerde o metalin soğuğunu hissetmek ölüm gibiydi ama azrailin ateşler halinde, alacağı can aradığı zamanlarda, o soğuk metal bir güven timsali oluyordu. Sımsıkı sarılıyorlardı soğuk metalin güven veren sıcaklığına.

Daracık mevziye sığmaya çalışan üç koca vücut, gecenin yitirilmiş sessizliğinde birbirlerine bile bakmağa korkuyorlardı. Azrailin ışıklarının ne zaman uçuşmaya başlayacağını kimse kestiremiyordu. Toprak kokusu ve kıyafetlerine yuva yapan toprak bitleri de olmasa, yaşadıklarına kendileri bile inanmayacaklardı. Gözleri hala yoğun karanlığı delip, daha güvenli bir şeyler görmeğe çalışıyordu.

Mevzidekilerden birisi elindeki silahın şarjörünü çıkardı yavaşça. Elliyle mermilerini kontrol etti ve yeniden ses çıkartmamaya gayret göstererek geri taktı. Diğerinin kafası bulanmıştı; beş saattir o pusuda sigarasız uzanıyordu. Aklına bir an annesi geldi; nasıl da geceleri sessizce gelir, onun uyuduğunu sanarak üzerini sıkıca örterdi. Sonra sıcacık, güven veren elin yüzünde hafifçe dolanırdı. Bir an yüzünde annesinin sıcak elini hissetti. Tatlı bir tebessüm belirdi yüzünde ama karanlık yüzünden kimse o tebessümü göremedi. Artık sigarasızlığıda aklına gelmiyordu, şu an annesinin yanında olmak istiyordu. Diğeriyse bütün sessizliğini geceye inat üzerine örtünmüştü. Sevgilisinin verdiği kolyeyle oynuyordu. Kimbilir aklından neler geçiyordu?

Saat sabahın altısını gösteriyordu ama onlar bunun farkında değildiler. Pusunun bitmesine bir saat kalmıştı. Hava aydınlanır aydınlanmaz, karakola döneceklerdi ve bu ölümün soğuk nefesine bulanmış karanlıktan, geceden, topraktan sıyrılacaklardı. Yeniden hayata göbek bağından bağlanacaklardı. Ta ki, diğer pusu nöbetine kadar.

Silahın soğukluğunu olanca hisseden, karanlıkla bir çıtırtı duydu. Birden o yöne doğru dikkat kesildi; silahını çevirdi. Diğerleri de onunla birlikte aynı yöne silahlarını doğrultarak dikkat kesildiler. Karanlığın içinde bir şeyler geziniyordu. Azrail bu gece yerde kurban arıyordu galiba. Tedirgin, ürkek, silahlarına yavaşça mermileri sürdüler. Çıtırtının geldiği yönü tam kestirip, orada neyin ya da kimin olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. İçlerinden birisi:

"Karanlık keskin dişlerini gösteriyor arkadaşlar, hazır olun, bu soğuk nefes..." Diye fısıldadı.

Diğeri:

"Canım bu vatana anamın ak sütü gibi helal olsun." Sesi gene fısıltıydı.

Üçü birden sustular. Yeniden aynı yönden çıtırtılar geldi. Daha dikkatli bakmağa başladılar. Tam kimdir o diyecekti ki, gözleri kör eden bir ışık parladı, aynı saniyesinde bir kor parçası pusunun dibine düştü...

....................şiiradamı

0 yorum:

Orospu Hayat



           Köhne bir barda oturuyorduk. Kaçıncı biraydi hatırlamıyorum; kafam kıvamına gelmişti. Yanımda oturup sözde bana eşlik eden piç kurusu, yalaka, bedavacı itin tekiydi. Hiç sevmezdim ama yalnız içmek istemediğim zamanlarda onu çağırırdım. Zira öyle zamanlarda köpek gibi içer, içkiyi sünger gibi çekerdim. Böyle zamanlarda, bu piçten başkası bana katlanamazdı. İki bira ismarladiğin zaman, gözünün önünde manitasını becersen oturur izlerdi, orospu çocuğu.
            
           Aslında bu tür piçlerden hiç haz etmezdim. Onu yanımda tutmamın tek sebebi, bana tahammül edebiliyor olmasıydı. Ona sorsanız yazdıklarımı çok seviyor, benim gibi bir yazar-şairle yanyana olmak, onun için gurur vericiydi. Yalancı piç, bir kitabımı bile okudumu acaba gercekten; neyse bunu ona hiç sormadığımı hatırladım. Kendime not; en kısa sürede bunu ona sormalıyım, gerçi çokta umurumda değil ya, çükümün hayranı.
            
           Biz piçle içerken, bara bir hatun girdi. Uzun kumral saçları vardı, göğüsleri iriceydi, incecik beli ve geniş, oval kalçaları. O an orada, üzerine atlayıp onu becermek istedigimi düşünürken yakaladım kendimi. Mini etekte yırtmaç ne seksi duruyordu öyle. Yok öyle böyle becermek istemiyordum; hayvan gibi tecavüz etmek, onu bağırtmak istiyordum. Ben bunları düşünürken koca burunlu hatun doğruca bizim masaya gelmişti. Onun hakkında kurduğum fanteziyi duysa ne derdi acaba diye düşündüm. İyi de, bizim masada ne işi vardı ki? Bir an gözlerimiz takıldı. Yılışık bir gülümseme oturdu yüzüne, sonra yanımdaki piçe dönüp elini uzattı.

"-Ne haber Serdar? Nasılsın?"

           Serdar ayağa kalktı, tokalaştılar. Piç kızın yanaklarından öperken adeta yaladı kızı. Bir an kıskanıp sinirlendim.

"-İyi be bebeğim! Sen Nasılsın?"  Dedi, kızın cevabını beklemeden;

"-Bak sana bahsettiğim yazar abim. Çok samimiyiz kendisiyle. Tanıştırayım; ................  nam-ı diğer; .......... Abi bu da Yeliz."

           Tanıştığımıza memnun olmuşmuyduk hatırlamıyorum. Sanırım kuru bir tokalaşmadan öteye geçememiştik. Yalnız ben hem şaşırmış, hem sinirlenmiştim. İt herif gene benim adımla pirim yapıyordu. Ama tecavüz edebileceğim hatunla beni tanıştırması hoşuma gitmişti. Kız hemen yanımdaki sandalyeye oturdu ve iyice bana sokuldu.

"-............ abi senin bir kitabını alıp Yeliz'e hediye etmiştim. Okumuş, bayılmış. Değil mi Yeliz? Sonra seni tanıdığımı söylediğimde; beni de tanıştırır mısın dedi. Haksız mıyım Yeliz?"

           Manyak adam; kıza hem soruyor, hem de yanıtlamasına fırsat vermiyordu. O sırada masaya gelen garson geçici süre susmasını sağladı. Yeliz'de bir bira söyledi. Ben hala adının Yeliz olduğunu öğrendiğim bu hatunu, o an masaya yüzü koyun dayayıp, arkasına geçip tecavüz etmenin nasıl olacağını düşünüyordum. O kalçaları tokatladığımı ve sert hareketlerle gidip geldiğimi. Onun nasıl çığlıklar atabileceğini düşünüp hayal etmeğe çalışıyordum. 

"-Şerefinize .........bey, sizi tanımak benim için büyük bir onur."

           Kızın güzel bir sesi vardı. Kalçaları gibi. tecavüz ederken ne derdi acaba; küfür mü ederdi? Kaçamaya mı çalışırdı? 

"-Şerefinize Yeliz hanım. Sizin gibi hoş ve kibar bir hanımefendiyi tanımakta benim için gurur verici."

           Yüzlerimizde sahte gülüşlerle bira bardaklarımızı tokuşturduk. Çıkan ses, ona tecavüz ederken, bedenlerimizden çıkacak sesi anımsattı. Ne kadar yavşak insanlarız diye geçirdim içimden. Piç, biradan her yudum aldığında, neden ağzını şapırdatıyordu ki? Fırlayıp, suratının ortasına kallavi bir kafa darbesi indirmeyi istiyorum. Kendimi zor tutuyordum. Ben bu kıza neden tecavüz etme isteğiyle doldum ki?

           Bir an hepimiz susuyoruz. Gözlerim barın içinde geziniyor. İçerideki herkesin alnında kocaman orospu çocuğu yazıyor sanki. Köşede oturan kadın, çıtır erkek düşkünü. Her hafta bir çıtırla geliyor buraya. Belki de, jigolo servisinden alıyordur onları. Şu piç kurusu olmasa adımımı bile atmayacağım bu bar ortamlarına ama beni sürükleyip getiriyor. Benim içmem için mekan önemli değil ki. Beyimizin kıçı bar sandalyesinden başkasında rahat etmiyor. Hatun, çıtırın dudaklarını vantuz gibi somuruyor. Acaba, kocası hangi orospuyu beceriyordur şu an. Kocasıyla sevişirken, bu çıtırların kendisini nasıl becerdiğini anlatıyor mu acaba? Ya da hayal mi ediyor? Kesin anlatıyordur. Kocası da, yatağa attığı üniversiteli çıtır orospuları nasıl becerdiğini ona, tatbiki olarak gösteriyordur.

            Onların biraz berisinde, icra dairesinde çalışan bir piç vardı. Gene, icradan düşürdüğü bir hatunu, yatağa atmanın yollarını deniyordu kesin. İcralık olan hatunlar, ona bir kere verdimi, bütün işleri halloluyordu.

            Barmen esrarkeş piçin tekiydi. Bara giren her garson kıza, önce esrar çektiriyor, sonra tuvalette beceriyordu. Onu hiç ayık görememiştim. İşe girerken, kalınca cıgaralık sarar; onunla güzelce dumanlanır, sonra da bardaki bulduğu her içkiyle sulandırırdı. Beynide iyice sulanmıştı. Bence onun kafasındaki beyin iyice sıvılaşmıştı. Ne konuştuğunu anlamak için büyücü olmak lazımdı. Yakında sulanmış beyni, gözlerinden fışkıracak ya da, burun deliklerinden akacak; kafatası iyice boşalacaktı. 

           Yeliz'e tecavüz ederken çok mu zevkli boşalırdım acaba? Vücudumun her hücresi titreyerek, ruhumda hissederek. Masturbasyon yapıyor mudur acaba? Serdar'la sohbete dalmışlardı, ben de tecavüze. Birden bana döndü ve;

"-Yazmak sizin için nasıl dir duygu?" Diye soruverdi. 

           Ne kabız bir karı ya! Sana tecavüz ederken, senin hissedeceklerin gibi.

"-Masturbasyon yapmak gibi!" Dedim. 

           Dedim ama hatundan öyle bir kahkaha koptu ki, bardaki herkes bize doğru tuhaf gözlerle baktılar. Sanırsınız ki, Erciyes'ten çığ düştü. Hoşuna gitmişti. Bizim avam tabakasının erkeklerinin tuhaf bir yaşam felsefesi vardır; "Bu hayat iki şeyin üstüne kuruludur; birincisi tıkınmak, ikincisi düzüşmek. Gerisi yalan!" İyi de öbür yaptıkların ne olacak et kafa. İşemeden ne kadar düzüşebilirsin ki?

            Masadan kalkıyorum. Helaya gideceğimi söylüyorum. Ayağa kalkar kalkmaz sallanıyorum ve kızın üstüne doğru kapaklanıyorum. Elim göğüslerine gidiyor. Belki de kasıtlı yapıyorum. Göğüsleri, göründükleri kadar dolgun ve sertti. Ben bu kızı düzmeliyim. Yok yok tecavüz daha zevkli olur. Doğrulup helaya gidiyorum. Memelerinin sertliğini hala hissediyorum. ben bir hayvanım. Kadınlarda yatakta bu hayvanlığımı seviyorlar ya zaten. Her orgazmdan sonra, sırıtarak sigarayı tellendirirken;

"-Hayvanın tekisin sen!" Diyorlar ya!

           Heladan döndükten sonra, köşede oturan hatunla göz göze geliyoruz. Bakışlarında tuhaf bir tiksinti görüyorum, hatta küçümseme. "Orospu!" diye geçiriyorum içimden. Sonra kıza bakıyorum. tatlı bir gülümsemesi var. Hoşlanıyorum.

            Biralarımızı bitirip, üçümüzde kalkıyoruz. saat oldukça ilerlemiş. Kaç içki içtik bilmiyorum. Hesabı ısrarla hatun kişi ödüyor. Benimle tanışmanın şerefineymiş.

            Bardan çıktıktan sonra, açılmak için biraz yürüyoruz. sokaklar bomboş. Sokak hayvanlarını saymazsak tabi. Onların bile bizden daha çok onurlu yaşadıklarını düşünüyorum. En azından, onlar birbirilerine tecavüz etmiyorlar. Ya da doğanın gerçeği buydu; bütün hayvanlar tecavüz etmeliler. Hiç düzüşmeseydik keşke. Çocuk yapmak için göbeklerimizi birbirine sürtmemiz yeterli olsaydı (bir yerde böyle bir şey okumuştum. Yeni evli bir çiftin komik eylemliliği). Hiçbir problem olmazdı o zaman. 

            Serdar müsade istiyor. Taksi çevirip gidiyor. Yeliz başıma kalıyor. Bana;

"-Bana gidelim, birer kahve içelim, hem de kitabınızı benim için imzalarsınız diyor. "

            Kadın beni yatağa atmayı kafaya koymuş; şu an planını hayata geçiriyor; diye geçti aklımdan. Sakın o da bana tecavüz etmeyi istiyor olmasın?

           İkimize de orta kahve yaptı; o aralık nasıl yaptı bilmiyorum, kıyafetini değiştirmiş, kalçalarına oturan, bacaklarının güzelliğini olduğu gibi ortaya saran bir şort, üstüne göğüslerini bütün güzelliğiyle sergileyen, aynı zamanda düz pürüzsüz teniyle, sırtınıda gözlerime sokan elbise giymişti. Gözlerimi ondan alamıyordum. Kahveleri içtik,y fincanları sehpaya koymamızla, hatunun üstüme atılması bir oldu. Kadın öpmüyor, adeta kemiriyordu dudaklarımı. Kucağımda kalcaları durmuyor, yılan gibi kıranıyor, kerkiniyordu. Ben şaşkın haldeydim. Ansızın yakalanmıştım. 

           O kucağımda kıvranıp, kerkinirken benim ellerim iki yana düşmüştü. Bir elimi tutup kalçasına, diğerini göğsüne koydu ve bastırdı. Memelerinin sıcaklığı tenimden içime öyle hızlı aktı ki; bir anda bende adrenalin tavan yaptı. O andan sonra bende koptum. Ne zaman soyunduk; kanepede ne kadar seviştik; hangi ara yatağa geçtik, kaç saat düzüştük; hiçbir ayrıntıyı hatırlamıyorum. İkimiz de halsiz şekilde uykuya dalmışız.

           Sabah ilk uyanan o olmuştu. Bir yandan vücudumu okşayarak, bir yandan şapır şupur öperek beni uyandırdı. Gözlerimin açıldığını gördüğünde.

"-Müthişti. Uzun zamandır böyle bir düzüşme yaşamamıştım. Hayvan gibi, defalarca becerdin beni dedi..."   



şiiradamı -  6/10/12

 


0 yorum: