AŞKIN BOLEROSU




 AŞKIN BOLEROSU 

Boleroları öğrenirken öğrendim 
dudaklarında dans etmenin büyüsünü. 
her ritmde sekmekti öpüşlerim 
kentin sokaklarında tek başıma 
basit sözcüklerle sarmaş dolaş 
her hüznü sevince çevirmekti 
*
 Yıkıl şimdi kollarıma olanca vefasızlığınla 
yağmurlar yıkasın yüzüne bulaşan nefretini...şiiradamı

0 yorum:

SENSİZLİĞİN KARŞI YAKASI

Sensizliğin Karşı Yakası
          Fırtınalı bir hayatın içinde, batmamak için çabalayan eski bir sandal gibiyim. Güvenilir sandığım her limandan hatıra kalan çizikler, çürükler, kırıklarla doluyum. 

          Kendimi bulmaya çabalıyorum ama nerede? Belki de senin sesinde. Duyduğum anda içime doluveren o serinlik ve ruhumu saran çocuksu sevinçte.

          Bir türlü bulamadığım "ben" sürekli kendimle savaşlarım:

                    "Kim olduğunu bilmeden, çevrendeki herkesi yargılıyorsun. Seni gerçekten seven hangi kadın girse hayatına; içini saran saçma korkuya yenik düşüyorsun. Huzurlu bir aşkın seni tatmin etmediğini, sürekli yaralayan, kanatan ilişkilerin seni çektiğini bile itiraf edemiyorsun."

          Sonu olmayan didişmelerimle, soğuk karanlığın doldurduğu odamda cebelleşip duruyorum kendimle:
                    "Kimse anlamıyor beni; anlatmayı denesem mi?"

          Yok, yok, ben sensizliğin düşüncesinde bile boğuluyorum. Sıcacık konuşman ve tadına doyulmaz neşen benim yaşama sebebim gibi.

          Hep kaçardım, birisinin vazgeçilmezi olmaktan. Hiç kimseyi de hayatımda vazgeçilmezlik tahtına oturtmamıştım.

          Birden hayatıma girişin, öyle güzel bir sürpiz olmuştu ki, yalnızlık sahilinde bulduğum paha biçilmez bir inci bulmuş gibi hissetmiştim kendimi. İşte böylece, hissettirmeden, vazgeçilmezlik tahtıma oturuvermiştin.

                                                                    Sustun, sadece sustun
                                                                    Bunu hep yaptın sen
                                                                    Susuşların kimi zaman
                                                                    Kaçamak noktandı
                                                                    Kimi zaman da, en keskin yanıtın...

                                                                    Oysa, konuşsaydın, her cümlede gizli 

                                                                    ne gezegenler keşfedecektik.

          Sansürsüz aşkların devabilmez figüranları oldu. Yaşadıklarımız mı gerçek denilen  yoksa; kurgusal olumlamalarımız mı? Her şey senaryo dahilinde...

15/09/2012 - şiiradamı

0 yorum:

Bataklık Gülü





          Bir kız tanıdım; kirli yüzünde beliren gülümseme bana, bataklıkta rastladığım göz alıcı güzellikte bir çiçeği anımsattı. Öyle bir çiçekki, mağrur, alımlı ve kendisi olmanın farkındaydı. Koca bataklığın ortasında yapayalnız olması onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Bu bataklığın biricik gülü olmak yetiyordu da artıyordu bile.

          Kız, gözlerime baktı. Onun gözlerinde çöreklenmiş karabulutları farkettim birden. Bir yanda eşsiz bir güzellik, diğer yanda çirkin bir ağırlık vardı. Gözlerim birden ellerine gitti. Kirli ama beyaz tenli ve pürüzsüz elleri vardı. Parmakları tornadan çıkmış gibi düzgün ve uzundu. Tırnaklarının yendiği belliydi. Şekilsiz yapıları, kızın tırnaklarını yediğini anlatıyordu. Birde o tırnaklar biraz uzatılsaydı, o parmaklara ne kadar güzel yakışırdı. İlkokula yeni başlayan bir çocuğun elindeki kalemin güzelliği gibi. Saçları darma dağındı. Yer yer yüzüne dökülüyordu. Kirli saçları yüzünde, sızan bir kan gibi duruyordu.

          Tekrar gözlerine takıldım. Hala ağır ve kara bulutlar vardı gözlerinde. Göz bebekleri hiç değişmiyor, tıpkı kör bir insanınki gibi bomboş bakıyorlardı. Ben üzerime alınıyor, bana baktığını zannediyordum. Acaba gerçekten kör müydü? Hani denir ya, güneş balçıkla sıvanmaz diye; bu kızın güzelliğini de, üzerine bulaşan kir ve pasak gizlemeye yetmiyordu. Hatta, o kadar kirli olması, güzelliğinin üzerinde bir aksesuvar gibi duruyordu.

          Bir an gözlerimi ondan ayırdım. Sürekli bakmaktan gözlerime oklar saplanıyordu adeta. Tekrar o yana baktığımda, yoktu. Onun olduğu yerde yaşlı bir teyze vardı. Beli hafif bükülmüştü. Üstü başı parçalanmıştı. Dışarıda kalan bir evsiz olduğu yorumu yapılabilirdi görünüşünden. Hemen oraya duvarın dibine oturdu. Saçlarını arkaya doğru attı. Bir sigara çıkarıp yaktı. İlk nefesini ağzından salarken dönüp bana baktı. Göz göze geldik. O gözler. Hala ağır kara bulutların gölgesindeydi. Teyze gözlerime baktı, beyhude bir gülümseme belirdi yüzünde, o gülümsemeyi de tanıdım. O muydu? Bir anda bu kadar yıl geçmiş olabilir mi?

          Hiç rüya mı görüyorum, yoksa gerçekliğin yanılsamasını mı yaşıyorum diye düşündüğünüz oldu mu? Ben yaşadım....şiiradamı   

0 yorum:

Psikosomatik Sosyopat

       

          Bazı geceler kendimi koskoca alemde yalnız sanırım.

          Tolstoy'da böyle hisseder miydi acaba, Dostoyevski, Balzac, Chehov ve diğerleri. O romanları yazarken, yalnızlıklarından mı esinlenmişlerdir acaba? Peki benim yalnızlığım neden böylesine kara cahil. Hep karanlığını seriyor üzerime...

          Büyülü sözcükleri bir araya getirip, yürek yakan cümleler kurmak isterdim bende. İşte o zaman, bana ve yalnızlığıma dökülen yaşlar çoğalırdı. Kendi egomu daha çok pohpohlardım. Acaba, büyük yazarlar da böyle mi hissediyordu?

          Kurduğum her sözcükte bir ömre atıf yapıp; "bak, senin yaşadıklarını ben çok iyi biliyorum!" der gibi böbürlenmek isterdim. Bir sevinci anlatırken önce göklere çıkarabilmeyi, sonrasında onu çivi gibi yere çakmayı; bir aşkın büyüsünden bahsederken, birde ne kadar çirkef olduğunu anlatmayı; bir kahraman yaratıp, insanların içinde parmakla gösterilen birisi olmasını sağlayıp, kendi içinde iğrenç kişiliğinin kan emiciliğini anlatabilmeyi.

          Ne güzel olurdu, insanları kelimelerle sevindirip, kelimelerle hüzünlendirmek. Bütün sevinç kaynaklarını üç beş satıra bağlamalarını sağlamak. Ya da psikosomatik yanlarını bir bir deşifre etmek. Okuyan "bu adam beni nereden tanıyor?" düşündürmek. Yoksa ben yazım fenomenliğinin sosyopatı mıyım? şiiradamı

0 yorum:

Hayatın Senfonisi

          Gün geceye dönmeğe, aydınlık yerini karanlığa bırakmağa başlamıştı. Şehrin sokaklarını dolduran insanlar birer birer, dört duvar evlerine girmeğe, şehri gecenin karanlığına, sokak hayvanlarına ve evsizlerin egemenliğine bırakıyorlardı. Kentin sokak lambaları, karanlıkta parlayan fener böceklerini andırıyordu. Karanlık, kentin en ücra köşelerine kadar çöktükçe, gecenin müdavimleri yuvalarını terkediyor, kendi yaşamsal döngülerine dalıyorlardı. Apartmanları kaplayan pencerelerde, solgun ışıklar birbir yanıyor, betonun soğukluğundaki yaşamların sızıntısını solgun göstergeleri gibi duruyorlardı. Artık kentler, cehennem soğuğundan beterdi. Beton yığınlarını izleyen evsiz adam; "her ışığın olduğu yerde, bir insan topluluğu var. Ve kimbilir aralarında neler konuşuyorlar? Neler yaşanıyor nereden bilinir ki o soğuk betonların arasında? Kimileri birbiriyle tartışıyor, kimileri çok mutlu, kimileri üzgün. Kimisi, yeni evlenmiş ve yeni evlerindeler; kimisi, daha bir kaç saat önce çok sevdiği birisini toprağa vermiş, kimisi sevgilisinden ayrılmış, kimisi doğum yapmış, kimisi intiharı düşünüyor, bir evde yaşlı birisi son nefesini veriyor belki de. Başka bir yerde karısını döven cani bir kocanın anırmaları, diğer yerde bir adamın karın boşluğuna inen bıçak darbeleri var. Tuhaf insanlar, acaba onlarda düşünüyor mudur köprü altında yatanları?" diye düşünerek, yavaş yavaş mekanından çıkıp, soğuk kentin sokaklarında kendisine yiyecek aramaya gidiyordu. Yürüdüğü sokağı yeteri kadar gözlemlemiş ve başını her zamanki gibi önüne eğmişti. Ağarmış saçları ve sakalları birbirine karışmıştı. Belki yıllardır berber yüzü görmemişti. Ayağındaki eski potinler sağından solundan patlamıştı. Zaten tabanları da iyice incelmişti. Çöplere bakarken biraz daha iyicesini bulabilir miyim diye, yiyecek yanında ayakkabıda arıyordu. Pantolonu kirden meşin gibi olmuştu. Gören asla kumaş pantolon olduğunu söyleyemezdi. Dizleri iyice nezelmişti; ha delindi ha delinecek. Üzerinde, kirden rengini atmış, temizken ekoseli şık bir gömlek olduğu dikkatlice bakılınca anlaşılan bir gömlek vardı. Gömleğin içinde, gene çöpten bulduğu, geceleri soğuktan üşümesini oldukça engelleyen ince bir süeter vardı. Hepsinin üstünde, yakasının çizgileri kaybolmuş, dirsekleri delinmiş, yer yer yağ ve ağır kir lekeleri olan ceketi vardı. Allahtan bunlara sahipti. Yürürken sürekli ayak ucuna sabitlediği gözlerini kimsenin görmesini istemiyordu. Gizlediği bütün hayatını, görenlerin gözleri önüne seriveren halleri vardı. Kim gözlerini görse, "gözlerinde öyle bir büyü ve ışık var ki, sanki çektiğin acıları hüzme gibi ortaya seriyor!"  diyorlardı. Bunları duymaktan bıkmıştı. Zaten yaşanmışlıkların bıraktığı yaralar bir türlü kapanmak bilmiyor, üstüne üstlük insanlarda gelip o yaralara tuz basıyorlardı.

          Adam gece geç saatlere kadar sokakları arşınlamıştı. Birkaç yiyecek bulmuş ve mekanına, çok sevdiği köprü altına doğru yol alıyordu. Yolda birkaç polis arabası görmüştü. Polislerin hemen hepsi aşinaydı bu adama. Gece devriyelerinde zaman zaman gelip onunla sohbet ederlerdi. Zararsız birisi olduğu için elleşmezlerdi. Bir ara belediye kaldığı köprünün altından onu atmak istemişti ama polisler engel olmuşlardı. Doğrusu polislerden hiç beklemedikleri bir hareketti bu ve onu çok şaşırtmıştı. Gene de polislere teşekkür etmişti. Gökyüzünde ayın son dördün hali vardı. Çevreyi oldukça iyi aydınlatıyordu. Mekanına dönüş sırasında iki sarhoşa rastladı. İkisi de zil zurna olmuş, ayakta duracak halleri yoktu. Böyle insanlara hep acıyarak bakıyordu. Böyleleri için hep; "bir insan ancak bu kadar kendini acze düşürebilir!" diye düşünürdü. Zaten o, hep düşünürdü. Konuştuğunu gören pek az insan vardı onu tanıyanlar arasında. Sessiz, kendi halinde, kimseyle, hiçbir ilişkisi olmayan birisiydi. Asla dilenmezdi, yardım kabul etmezdi. Diğer insanların kendisine yaklaşmasını dahi istemezdi. O yüzden, gündüzleri çok nadir yerinden ayrılırdı. Geceler onun sığındığı liman gibiydi. Hem diğer insanları ondan uzaklaştırıp, rahat etmesini sağlıyor, hem de onu sarıp sarmalayıp koruyordu. Yorulmuştu. Mekanı olan köprü altına inebilmek için dik bir inişi yapması gerekiyordu. Bazı zamanlar bu dik küçük yokuşu inip çıkmak onun için azap olabiliyordu. Fakat, bu durum oraya diğer insanların uğramasınada engel oluyordu. Yorgun haliyle inerken düşmemek için azami gayret sarfetti. Tam yattığı yere gelmişti ki, olduğu yerde dona kaldı. Çevresine bakındı sonra yeniden yattığı yere baktı. Yatak olarak kullandığı ve çöpten toplayıp getirdiği çaputların üzerinde bir kız yatıyordu. Uyuyor muydu, sızmış mıydı belli değildi. Mırıl mırıl birşeyler çıkıyordu ağzından ama anlaşılmıyordu. Ne yapacağını şaşırdı, öylece kalakaldı bir süre. Sonra yavaş yavaş yaklaştı kıza doğru. Dikkatlice baktı kıza. Kızın güzel duru bir yüzü olduğu karanlıkta bile anlaşılıyordu. Anlayabildiği kadarıyla 20'li yaşlarında bir kızdı. Yüzünün bazı yerlerinde pircingler göze çarşıyordu. Kollarında ve boynundan gördüğü kadarıyla sırtına kadar uzandığını tahmin ettiği dövmeleri vardı. Neden yaptırırlardı ki şu dövme denen illeti? Kız, ikide birde sağa sola dönüp duruyordu. Galiba kabus görüyordu. Çekinerek ve ürkekçe kızın omzuna dürterek "şşşştttt!" dedi. Kız oralı olmadı. Tekrar denedi. Kız yine hiç oralı değildi. Hissetmiyordu bile. Sonunda adam daha sert şekilde dürtükledi kızı. Kız ani bir hareketle hoplayıp kalktı. Gözgöze geldiler. İkisi de put gibi oldukları yerde kaldılar. Neden sonra, kız birden kendisini geriye attı. Ellerini göğüslerini üzerinde çapraz yaptı ve pustu. Adam konuşmadan önce yattığı yeri gösterdi, sonra kendisini gösterdi. Burası benim demişti kıza işaretleriyle. Kız ürkek bakışlarını adamdan ayırmadan hafifçe başını salladı. Sonra adam, kız hiç orada yokmuş gibi çulunun üzerine oturdu. Kız arka tarafında kalmıştı ve hala ürkek şekilde bekliyordu. Adam yerine oturunca kız da olduğu yere yavaşça çömeldi.

          Adam çöplerden topladığı yiyecekleri önüne sermeğe başlamıştı. Kız hala ürkek bakışlarla onu izliyordu. Kızın kıyafetleri temizdi, düzgündü; pek te sokak kızına benzer tarafı yoktu. Saçları taralıydı, şampuan kokusu hala saçlarındaydı salladığı zaman buram buram kokuyordu. Ayakkabılarında marka vardı. Oldukça pahalı oldukları anlaşılıyordu. Adam, bulduğu yiyecekleri yemeğe koyulmuştu. Kız hiç umurunda bile değildi. Bir ara başını kıza doğru çevirdi ve elindeki yiyeceklerden ona sundu. Kız yok anlamında başını salladı. Adam tekrar önüne döndü ve karnını doyurmaya devam etti. Kızın çömelmekten dizleri yorulmuştu. Hemen olduğu yere oturdu, dizlerini karnına çekerek cenin pozisyonu aldı, kollarını dizlerine sardı ve başını da kollarının üzerine koydu. Belki düşünüyor, belki de uyuyordu. Adam yemek faslını bitirmişti. Eski ceketinin ceplerini yokladı. Bir cebinden yarım içilmiş bir kaç izmarit çıktı. Teker teker içti izmaritlerini. Sonra derin bir nefes çekip, huzurluca gerindi. Sonra ceketinin yakalarını kaldırdı. Yastık olarak kullandığı, içine bez parçalarını tıkıştırdığı poşeti yumuşattı. Sonra üzerine örtündüğü büyük, bahtaniyeye benzer bez parçasını düzeltti. Sanki kuş tüyü yatağa ve yastığı yatar gibi uzandı çulların üzerine, bahtaniyesinide çekti üzerine ve düşüncelere yolcuğuna başladı.

          Adam uzandığı yerde tepesindeki tavana, yani köprünün alt kısmına bakıyordu. Köprüden tek tük geçen otomobillerin sesleri geliyordu. Hava ne çok sıcaktı, ne çok serindi. Tam bir sonbahar havasıydı. Yakında kar düşünce adamın işi biraz daha zor oluyordu. Ama alışmıştı artık sokakların bir parçası olmaya. O kesinlikle diğer insanların parçası değildi. Sokaklara, doğaya, insanlar dışındaki her şeye aitti. Kışın genelde, yanına gelmeye alışkın bir iki kedi ve köpek vardı. Onlarla birbirlerine sarılır, sıcacık uyurlardı. Yaz olunca onlar da kendi kafalarına göre kentin sokaklarında gezinirler, pek az uğrarlardı adamın yanına. Aklı, hemen başının ilerisinde, duvar dibine büzülüp kalmış olan kıza takılmıştı. Kimdi, neden mekanına gelmişti? Bu kadar düzgün giyimli bir kız, gecenin bu saati, böyle bir köprü altında ne arardı ki?

          Aradan bir iki saat geçmişti. Kızda hiç bir kıpırtı, yaşam belirtisi yoktu. Yattığı yerden başını geriye doğru yavaşça attı ve kıza baktı. Sonra tekrar kendi düşüncelerine döndü. Bir süre sonra kız hareketlenmişti. Başını kaldırıp çevresine bakınmış, gözleri gelip adamda sabitlenmişti. Sanki adama değil, boşluğa bakıyordu. Karanlıkta seçilmese de adam hissediyordu. Sesler gelince başını kaldırıp kızdan yana bakmıştı. Birbirine bakar halde öylece kalakalmışlardı. Boynu yorulan adam bakmaktan usanmış, tekrar başını yaştığı olan poşete koymuştu. Kız olduğu yerden kalkıp, adama doğru yaklaşmış, daha yakın olacak şekilde duvar dibine çömelmişti. Gözleri hala adama kilitlenmişti. Adam çekindi. Başını kızdan yana çevirdi ve "ne bakıyorsun" anlamında başını salladı. Kız bu hareketini görüp anlamıştı ve "hiiç" anlamında omuzlarını çekmişti. Köprünün altına, arada geçen otomobillerin vızıltıları doluyordu. Adam ürkek biçimde kıza, kız daha keskin şekilde adama bakıyordu. Adam; "acaba ne düşünüyor ki?" diye geçirdi aklından. Kız üzerindeki monta benzeyen giyeceğinin ceplerini yokladı. Bir cebinden sigara paketini ve çakmağını çıkardı. Bir tane adama uzattı, adam uzandı aldı. Sanki hazine bulmuştu. Bir tanede kendi dudaklarına tutuşturdu. Sonra çakmağı çaktı. Çakmağın ışığı karanlıkta volkan patlaması gibi parladı bir an. İkisininde sigarasını yaktı. Paketi ve sigarayı cebine koydu. Adam güzel bir sigara içmenin mutluluğunu hissederek derin bir nefes çekti. Bu nefes oldukça sesli bir nefesti ve ziyadesiyle memnuniyetine vurgu yapıyordu. Kız alalade şekilde nefes aldı. Adamın aldığı nefesten ancak duman kırıntıları çıktı ağzından; çektiği duman adeta ciğerlerinde kaybolmuştu. Kızın ağzından ise fabrika bacasından çıkan duman gibi ortalığa saçılıyordu. Bir süre birbirlerine hiç bakmadan sigaralarını içtiler. Adam için, kaliteli sigara içmek hayatının en büyük lükslerindendi. Şu an dünyanın en zengin adamı gibi hissediyordu kendini. Kız, yılgın suratıyla, adamın mutluluk ışıltılarını görmüyordu bile.

          Kız; "neden burada yaşıyorsun, kimin kimsen yok mu senin?" deyiverdi adama. Adam beklenmedik bu soru karşısında dondu kaldı. Tam sigarasını ağzından çekiyordu ki, eli havada, duman ağzının içinde buzkesmişti. Yavaşça elini indirdi, dumanın bir kısmını dışarı saldı, kalanını ciğerlerine çekti. Hiç acelesi yokmuş gibi başını kızdan yana çevirdi. Biraz önceki mutluluğu yokolmuştu. Donuk gözlerle kıza baktı. Sonunda kız sabırsızlandı ve "neee? ahiret sorusu sormadık ya?" dedi. Adam başını düzeltti ve tekrar gözlerini evi olan köprünün tavanına dikti. Biraz sonra o kıza: "iyi de, senin gibi bir kızın gecenin bu vakti, böyle bir köprü altında ne işi olur ki? Senin evin barkın yok mu? Gitsene evine. Burada kurda kuşa yem olacaksın" dedi. Bu soru da kızı sarsmıştı. Bir süre öyle kaldı. Soru kafasının içinde çalkalanıyordu adeta. Gözlerinden inceden yaşlar süzüldü. Adam farketmedi karanlıkta yaşlarını. Derken kız hıçkırıklara boğuldu. Adam anladı. birden doğruldu ve olduğu yerde hayretle kıza bakmaya başladı. "Sen, sen ağlıyor musun yoksa be?" dedi. Kız, daha çok hıçkırıklara boğularak, "hıı hııı!" dedi. Karnına çektiği dizlerine sardığı kollarının arasına başını gömerek hıçkıra hıçkıra ağlıyordu kız. Adam ne yapacağını bilemedi. Eli ayağına dolaşmıştı. Doğruldu. Gitti kızın hemen yanına çömeldi. Kızı nasıl teselli edeceğini bilemiyordu. Dokunmakla dokunmamak arasında, tereddütle şaşırıp kalmıştı. Korkarak elini kızın sırtına hafifçe dokundurdu ve; "ya tamam ya, ağlamasana, sus ya. Ağlayacaksın git burdan." dedi. Kız hiç oralı değildi ve hala hıçkırarak ağlıyordu. Oldukları yerin tam zıt tarafından bir köpek salllana sallana onlara doğru geliyordu. Bu uzun zamandır görmediği alacalıydı. Ona öyle söylüyordu adam, karnındaki renk alacaları yüzünden. Bir yandan köpeğe bakıyor, bir yandan kızı nasıl susturacağını düşünüyordu. Yıllar vardı ki ağlayan birisini hiç teselli etmemişti. Adam ürkek ürkek arada kızın sırtına vuruyordu; onu tesseli etmek istiyordu. Köpek yanlarına kadar sokulmuştu. Gelip adamın hemen yanına oturmuştu. Adam köpeği gördüğüne daha çok sevinmişti. Köpeğide okşamaya başlamıştı. Kıza karşı ürkek olan elleri, köpeğe karşı daha bir hoyratça, sevgiyle davranıyordu.

          Kız yorgun düşünceye kadar hıçkırıklarla ağlamıştı. Hemen yanında adam, ağlamasının dinmesini beklemişti. Adamın yanındaysa köpek oturmuştu. Adamın kendisini okşaması hoşuna gidiyordu. Nihayet kız susmuştu. Adam kıza doğru bakıyor, köpekte adamın baktığı yere doğru başını çevirmiş dikkatlice bakıyordu. Kız, başını kollarından kaldırmıştı. Önce yaşlarını sildi sonra burnunu koluna silip, sigara paketini çıkartarak bir sigara yaktı. Adam hala kıza bakıyordu. Kız, sigarası yarıya gelinceye kadar sustu. "Eeee! Ne oldu?" dedi adam. Kız, ürkekçe adamdan yana baktı. "Bu hayata lanet olsun" diye söze başladı. "Başımda öyle bir lanet adam var ki sorma. Güya benim babalığım oluyor piç kurusu. Annemde ondan aşağı kalır bir piç değil ki. Adam durmadan beni taciz edip duruyor. Pislik herife yapmadığım kalmadı ama şerefsiz bıkmıyor ki. Annem olacak fahişeye de söyledim. Sen kuyruk sallamazsan kimse yanaşmaz sana, hem kocamı karalamaya çalışma, en başından beri istemedin zaten sen bu adamı o öyle şey yapmaz diyor. İkisi de birbirinden şerefsiz. Bıktım artık, o yüzden ne eve gidesim var ne onları göresim var. O adi köpek yüzünden, diğer aile fertlerinin hepsi bize kapılarını kapattılar biliyor musun? Gidecek hiç bir yerim yok artık. O yüzden buradayım. O yüzden dışarlardayım. Gündüz gidiyorum ki, evde kimse olmuyor. Ama gece gidemiyorum, gitmek gelmiyor, o şerefsizlerin yüzünü görmek bile istemiyorum." Bütün bunları bir solukta anlatıp bitirmiş ve başladığı gibi de sessizliğe gömülmüştü. Adam ise, duydukları karşısında, sağlam bir tokat yemişçesine sersemlemişti. Ne diyeceğini bilemedi. İkisi de öylece kalakalmışlardı. Köpek, olduğu yere uzanmıştı. Ön patilerini öne doğru uzatmış, başını da üzerlerine koymuş, uyuyordu. Kız susuyordu. Adam susuyordu.

          Adam kıza baktı, kız adama. "Kaç yaşındasın sen?" diye sordu adam kıza. Kız; "19" diye yanıtladı. Adam, başını salladı. Yüzüne bir karanlık çöktü. Dişlerini gıcırdattı. Sadece kendisinin hissettiği bir ateş, gelip gözlerini yaktı. Nabzı yükseldi, kalp atışları bir an hızlandı. Sesi titriyordu; "ne zamandan beri sürüyor bu olay?" "ya ne bileyim, kendimi bildim bileli bu şerefsiz durmadan bana sarkıntılık ediyor. Bıktım usandım artık. Bütün psikolojimi bozdu hayvan herif. Ne zaman bir erkek arkadaşım olsa, ya dövdü, ya da hakaret ederek benden uzaklaştırdı. Dedim ya; onun yüzünden bütün akrabalarımızla küstük. Kimse kapımızı çalamaz oldu." Adam çok üzülmüştü. Allah'tan karanlık yüzünden kız bunu farkedemiyordu. Kız yeniden paketini çıkardı, bir sigara kendisi yaktı, bir sigara adama verdi. Adam sigarayı içerken, bir yandan da köpeği seviyordu. Köpek halinden memnundu. Sabaha kadar yan yana oturdular. İkisi de uyuyamamıştı. Sabah olduğunda sigara paketi bitmiş, son bir sigara kalmıştı. İkisi paylaşarak bu son sigarayı da içmişlerdi. Sigara bittikten sonra kız; "ya kusura bakma seni de rahatsız ettim. Merak etme bir daha etmem. Şimdi gitmeliyim. O şerefsizler gitmişlerdir. Eve bir uğrayacağım. Bilmiyorum, belki çeker giderim buralardan. İşten de kovuldum zaten." Sustu ve adama baktı. İkisi de ayağa kalkmıştı. Adam gülümsedi; elini üzerine sildi ve kıza tokalaşmak için uzattı. Kız gülümsedi ve o da elini uzattı. Sağlam bir tokalaşma olmuştu bu. Sanki yıllardır dost gibiydiler. Adam hiç konuşmadı. Gülümsedi sadece. Kız eğildi köpeği okşadı. Köpek hafifçe başını kaldırıp kıza baktı. Hafif bir mııklama çıkardı; sanki kıza güle güle diyordu. Kız adama dönerek tekrar "hoşçakal dost adam" dedi. Adam gülümseyerek başını salladı. Kız yanından ayrıldı. Adam kız küçük bayırı çıkıncaya kadar ardından baktı.

          Ertesi gün, kentin arka sokaklarından birinde bir adam cesedi bulundu. Boynu kırılarak öldürülmüştü. Üzerinde hiçbir şey yoktu. Ne cüzdan, ne telefon, ne de para. Soygun cinayeti olduğu sanılmış ve tutanaklara o şekilde yazılmıştı. Adam, mekanı köprü altında yaşamaya devam ediyordu. Çok sonra ölen adamın, karısı kayıp başvurusu yaptığı için kimliği, karısının teşhisi sayesinde öğrenilmişti. Kadın ağladı. Adamı kimin öldürdüğü asla bulunamadı. Kız hiç bu kadar mutlu olmadığını düşündü. Köprü altındaki adam, köpeğine sarılıp, kimsenin olmadığı kadar mutlu bir uykuya daldı. Gece sevdiğini korurmuş. Adam kendini gecenin kollarına bırakmıştı.


9 eylül 2012 - şiiradamı

0 yorum:

ENGEL Mİ SEVMEYE

"Çekil be! Zaten kalabalık, birde senin iskemlenin derdini mi çekeceğiz?" diye çıkıştı Büşra, tekerlekli sandalyeyle okul koridorunda ilerlemeye çalışan Selma'ya. Sonra yanından hışımla geçip gitti. Selma, kimseye zarar vermek istemeden, zor bela tekerlekli iskemlesini kalabalığın arasında sürerek, sınıfına gitmeye çalışıyordu. Büşra çoktan sınıfına varmıştı. "Ya, okulun kalabalığı yetmiyor gibi, bir de şu iskemleli kız çıktı başımıza!" diye yakındı arkadaşlarına. Selma, okuldaki tek enlgelli öğrenciydi ve yeni gelmişti. Babasının tayini yüzünden, eski okulunu bırakıp, yeni şehirde yeni bir okula başlamış, diğer okula başladığı zaman yaşadıklarını yeniden yaşamak zorunda kalmıştı. Tekerlekli iskemlesinden nefret ediyordu ama, yapabileceği başka bir şeyi de yoktu. Kader onu ister istemez o iskemleye mahkum etmişti.

Büşra, arkadaşlarıyla sınıfta şakalaşıp eğlenirken, Selma sınıfa girmişti. Zaten sınıfa ne zaman girse bütün gözler hemen ona çevriliyordu. Normalde yardım olmadan sıraya oturamadığı için, öğretmenleri onu en ön sıranın yanında cam kenarında, iskemlesiyle oturmasına izin veriyorlardı. Böylece iskemleden sıraya, sıradan iskemleye geçme derdi olmuyordu. Bu geçişler onu çok zorluyordu. Acı çekiyor, kimi zamanda ağlıyordu. Yaşamak için başkalarının yardımına muhtaç olmak, insanlık onuruna dokunuyor, içerliyordu.

Selma iskemlesini her zamanki yerine götürüp yönünü tahtaya çevirmiş öğretmenin gelmesini bekliyordu. Sınıftaki bütün öğrenciler konuşuyor, şakalaşıyorlardı. Selma'nın katılamayacağı ama katılmayı çok istediği bir coşku vardı aralarında. Selma, bulunduğu yerden mahzun gözlerle onları izliyordu çokta fark ettirmemeye çalışarak. Sebebi bilinmez, bir ara Büşra ile göz göze geldiler; Selma, Büşra'ya sevgi dolu bakışlarla bakarken, Büşra'nın bakışları birden, şimşekler saçarcasına sertleşip, tersleşmişti. Bunu anlayan Selma, hemen gözlerini yeniden önüne indirdi. Gizli gözyaşları gene coşmuş yüreğine doğru akmaya başlamıştı.

Okul çıkışı tesadüfi Selma ve Büşra'nın yolları gene kesişmişti. Büşra yüzünde tatlı bir tebessümle Selma'ya baktı ama, Selma, küçümseyici bir yüz ifadesiyle Büşra'ya bakıp, yanından geçip gitti. Büşra gerçekten çok kırılıyordu. Diğer çocuklarda farklı davranıyor ama en azından belli etmemeye gayret gösteriyorlardı. Selma çok fütursuz bir şekilde tavrını ortaya koyuyor, Büşra'nın alınıp alınmayacağını hiç umursamıyordu. Büşra, zaten okula giriş çıkışlarda sürekli zorluk çekiyordu. Tekerlekli iskemlesini okulun merdivenlerinden indirip çıkarmak tam bir cehennem azabı oluyordu. Allah'tan iyi kalpli bir iki hademe ona yardımcı oluyorlardı. Bu da Büşra'nın zoruna gidiyordu ama başka çaresi yoktu ki!... Okul normal öğrencilere göre yapılmıştı. Okuldan eve gitmek bambaşka bir çileydi. Üstüne üstlük birde okuldaki arkadaşlarının böyle davranması onu iyice kırıyor yıpratıyordu. Her şeye rağmen Büşra, güler yüzlü, sevgi dolu bir kızdı. Gerçek anlamda onu tanıyan herkes çok seviyor, arkadaşlığından memnun kalıyorlardı. Tabi o aşamaya getirmek bir ilişkiyi en zoruydu. Başka insanların gözlerine hemen sakatlığı takılıyor ve ondan uzaklaşıyorlardı. İyide, sakatlığı kendisine yüktü, onlara ne oluyordu ki? Buna bir türlü anlam veremiyordu; sırf bu yüzden insanlardan bir şeyler istemekten sürekli çekinir olmuştu.

Okulda öğretmenleri ona çok sıcak yaklaşıyorlardı. Çok zeki ve çalışkan bir öğrenciydi ve hedefi iyi bir pedagog olmaktı. Diğer öğrencilerle arasının iyileşmesini ve arkadaşlık ilişkilerinin sıcak olmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Tabi bütün bu çabalar, insanların ön yargılarına ölümüne sarılmaları sebebiyle çok yavaş işliyordu. Büşra ise durmadan kendine dönüyor, geceleri yalnız kaldığında için ağlayıp kahrediyordu. Neden diğer çocuklar gibi rahatça yürüyemiyordu, koşup oynayamıyordu? Büşra'nın tek ve gerçek dostları kitaplarıydı. Hemen her konuda bol bol okuyordu. Boş zamanlarını hep okuyarak dolduruyor, kendini geliştiriyordu. Bu yüzden diğer öğrencilerden oldukça donanımlı ve farklıydı. Doğal olarak bu öğretmenlerinin gözünden kaçmıyor bu yüzden Büşra'ya ayrı bir ihtimam gösteriyorlardı.

Büşra'nın okuldaki durumu pek değişecek gibi görünmüyordu. Çocuklar sürekli ondan uzak durmayı, aralarına almamayı tercih ediyorlardı. Selma ise sebepsiz yere bulduğu her fırsatta Büşra'ya yükleniyor onu kırıyor rencide ediyordu. Eğitim yılı neredeyse yarıya gelmişti. Dersler, sınavlar tüm hızıyla devam ediyordu. Bütün öğrenciler bir yandan okulu bitirmenin diğer yandan üniversiteye hazırlanmanın derdindeydiler. Herkes, Büşra'da dahil test kitaplarına, yardımcı kitaplara dalmışlardı, harıl harıl çalışıyorlardı. Ne de olsa istikballerini belirleme dönemindeydiler ve çok sıkı çalışmaları gerekiyordu.

Günlerden Perşembe'ydi. Songül okula gelmiş, hademeler yardımıyla sınıfına gitmişti. Sınıfta tuhaf bir durgunluk ve uğultu vardı. Songül, sınıftaki hiç bir arkadaşıyla samimi olamamıştı bu yüzden ne fısıldaştıklarını, uğultunun ve tuhaf durgunluğun sebebini hemen anlayamamıştı. Arkadaşlarından hiç birisi de ona açıklama yapmak gibi bir incelikte bulunmamışlardı. İlk dersleri coğrafya olmasına rağmen sınıfa giren öğretmenleri, rehber öğretmenleriydi. Herkes yerine oturmuştu. Öğretmenlerinin yüzünde üzgün bir ifade vardı.
"Çocuklar!" diye söze başladı öğretmenleri. "Sizlere bugün üzücü bir haber veremek için geldim ben sınıfınıza." O sırada Selma'nın gözleri Büşra'yı aradı sınıfta. Yoktu. Öğretmen devam etti: "Bu sabah, bir arkadaşınız hakkında üzücü bir haber aldık. Ağır bir kaza geçirmiş ve şu an hastanedeymiş. Kaza geçiren arkadaşınız, Büşra!" dediği anda sınıfta bir uğultu kopmuş, Selma'nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Arkadaşınız Büşra'nın durumu ağır, yoğun bakımdaymış. Okula ne zaman döneceği belli değilmiş. Bizim bildiklerimiz bu kadar. Umuyorum arkadaşınızı böyle bir gününde yalnız bırakmazsınız." diyerek sözlerini tamamlamış ve sınıftan çıkmıştı. Selma'nın gözleri dolmuştu, neredeyse ağlayacaktı. Tuhaf bir şekilde, kendisine bu kadar haşin ve kırıcı davranan Büşra'ya karşı sıcaklık hissediyordu. İçten içe sevdiği bile söylenebilirdi. Okul çıkışı, annesinden ricada bulunarak soluğu Büşra'nın yattığı hastanede almışlardı soluğu. Hastanede Büşra'nın anne ve babasını bulmuş, onlarla konuşmuşlardı. Büşra yoğun bakımda olduğu için kimseyle görüştürülmüyordu. Ancak bir kaç gün sonra, yoğun bakımdan çıktıktan sonra görüştürülebileceğini söylemişlerdi. Ondan sonraki her gün, Selma annesinden ricada bulunup, hastaneye Büşra'yı görmeye gidiyordu. Büşra yoğun bakımdan çıktığı anda onu ilk gören arkadaşı da Selma olmuştu. Selma, Büşra'nın sağlığının kısmen yerinde olduğunu, ama bundan sonra yürümesinin imkansız olduğunu öğrenince yıkılmıştı. Ailesinden daha çok onu etkilemişti Büşra'nın durumu. Çünkü, biliyordu neler yaşayacağını, nasıl bir hayata mahkum olacağını. Diğer insanlar içinde, sürekli kaçınılan bir insan olacağını, hayatın her evresinde sürekli zorluklarla mücadele etmek zorunda olduğunu, bunun için çok ama çok güçlü olması gerektiğini çok iyi biliyordu. Büşra, ilk gözlerini açtığında da, Selma'yı başında, anne babasıyla beklerken bulmuş; çok utanmıştı.

Araya yarı yıl tatili girmiş, okulları kapanmıştı. Selma, bulduğu her fırsatta Büşra'yı ziyarete gidiyordu. Her gittiğinde biraz daha yaralanıyordu. Yaralanmasının sebebi ise, Büşra, sakat kalışını kabullenemiyor, Selma'nın geliş sebebininse, onun sakat kalışına sevinmiş olmasına yoruyordu. Fakat durum tam tersiydi. Selma, Büşra'nın neler yaşayacağını çok iyi bildiği için ona yardımcı olmak istiyor, yalnız olmadığını hissettirmeye çalışıyordu. Bir süre sonra, Büşra'nın tutumları, Selma'yı iyice yormuş artık ziyareti kesmişti.

Yarı yıl tatili bitmiş; okulları açılmıştı. Selma, heyecanla gelmişti okuluna. Arkadaşlarına, öğretmenlerine kavuştuğu için sevinçliydi. Gözleri Büşra'yı arıyordu. Hademelerin yardımıyla sınıfına çıkmıştı; sınıfta da gözleri Büşra'yı aramıştı ama yoktu. Selma, iskemlesini her zamanki yerine getirmiş ve ders kitaplarını çıkarıyordu. Her zaman olduğu gibi diğer arkadaşları sanki o sınıfta değilmiş gibi konuşuyor, şakalaşıyor, eğleniyorlardı. Herkes birbirine tatilde neler yaptığını anlatıyordu. Selma ise, bir kapıya bakıyor bir kitaplarına bakıyordu. Gayri ihtiyari Büşra'nın gelişini gözlüyordu. Nihayet Büşra sınıfın kapısında görünmüştü. Onu fark eden herkes birden suskunluğa bürünmüştü. Selma ve Büşra göz göze gelmişlerdi. Selma'nın gözleri dolmuştu. Şu an Büşra'ya sarılmak istiyordu. Büşra onun tam karşı tarafına gelecek şekilde iskemlesini yerleştirmişti. Gözleri dolu dolu olmuştu. Arkadaşları yaratık görmüş gibi bakıyordu ona. Nihayet içlerinden birisi gidip Büşra'ya sarılmıştı. Büşra beklemediği bu hareket karşısında tuhaflaşmıştı sonra birden arkadaşını kendisinden iterek uzaklaştırdı. Bu hareketinden sonra hiç bir arkadaşı ona yaklaşmamıştı.

Bir yanda Selma arkadaşlarıyla daha sıcak ilişkiler kurmaya çalışırken, dışlanıyor; diğer yandan Selma, kendisine yaklaşmaya çalışan arkadaşlarını, kendinden uzaklaştırıyordu. Bu durum öğretmenleri çok rahatsız ediyordu. Rehber öğretmenleri bir çözüm bulmaya kararlıydı. Bir gün okula psikoloji uzmanı bir arkadaşıyla gelmişti. Selma ve Büşra'yı sınıftan çıkarıp; müdürün odasına götürmüşler, rehber öğretmenleri ve arkadaşı sınıfta kalmıştı. Çok uzun konuşmalar olduğu kesindi zira, müdürün odasında bekleyişleri oldukça uzun sürmüştü. Ne Selma, ne de Büşra konuşmuyordu. Arada müdürlerinin sorduğu ufak sorulara kaçamak cevaplar vermek dışında geçen bu uzun sürede hiç konuşmamışlardı. Bir süre sonra rehber öğretmenleri arkadaşıyla birlikte müdürün odasına gelmişlerdi. Müdürün odasında uzunca bir konuşma olmuş, öğretmenleri ve psikolog onları hayata daha sıkı sarılmaları, birbirleriyle iyi ilişki kurmaları, arkadaşlarıyla ilişkilerine dikkat etmeleri yönünde bilgilendirmişlerdi. Selma, bunları daha öncede duyduğu için biliyordu ama Büşra için yeni bir yaşam biçimi başlamıştı. Konuşmadan sonra önce Selma ve Büşra birbirlerine sarılmışlardı. Gözyaşlarını tutamamış, sımsıkı birbirlerine kenetlenmişlerdi. Daha sonra sınıfa döndüklerinde, sınıfta başka bir bayram havası esmiş, bütün arkadaşları onlara sarılmış, şakalaşmış, sohbetler etmişlerdi. Artık farklılıkları farkedip, engelleri kaldırmaya sınıfça karar vermişlerdi. Okul idaresi de yeni bir karar alarak, merdivenlere tekerlekli sandalyelerin daha rahat gelip gitmesini sağlayacak düzeneği kuracaklarını duyurması ayrı bir bayram havası estirmişti.

Öğretmenleri ve psikoloğun hepsine verdiği öz mesaj ise şuydu; "UNUTMAYIN; HEPİMİZ POTANSİYEL ÖZÜRLÜ ADAYIYIZ!"

0 yorum: