Karanlıktan Çıkan (korku hikayesi-2)





Nodan, gene karanlığı giyinmiş gecenin gizeminde yolculuğuna çıkmıştı. Karaltılar içinde, o gece, ruhunu besleyecek, fanileri bekliyordu. Elleriyle aldığı her ruh, onun bedenine sızıyor, açlığını yatıştırıyordu. O gecenin ilk kurbanı, esrarkeş bir delikanlıydı. Uyuşmuş bedenini kuytuya çekip, kalın, keskin ve parlak bıçağıyla gırtlağını kesmiş, can verinceye kadar üstünde oturmuştu. Genç bir ruh. Nodan, gençlerin ruhlarının enerjisini daha çok seviyordu. Gecenin ilk kurbanının verdiği hazzı yavaş ve tadını çıkararak yaşadı. Her gece aldığı ruhlarla yeniden doğuyordu sanki. Ölümsüzlüğünü beslemesinin tek yolu, fani ruhlarını bedenine hapsetmesiydi.



Gecenin içinde başka ve yeni bir kurban için gezinmeye başladı. Nodan, her geçen gün daha çok güçleniyordu. Karanlığın gizlediği aciz bedenlere hapsolmuş her ruh onun için gücünün doruk noktasına erişmesini sağlayacak basamaklardı. Nodan, gücünün doruk noktasına ulaştığı zaman, kurbanlarının ruhunu çekmek için bıcağını kullanmak gibi bir ritüeli kullanmak zorunda kalmayacaktı. Kurbanlarına dokunması yetecekti. Polis, gece araştırmalarını arttırsa da, bulunan cesetleri toplamaya bile yetişemiyordu. İşin garip tarafı gırtlaklarına saplanmış bıçak izinden başka hiç bir iz bulamıyorlardı. Kısa sürede bu bilinmez katilin varlığı dışarı sızdı ve halk korkuya kapıldı. Geceleri artık daha az insan dışarıda kalıyordu. Tek başlarına, sessiz yerlerde durmamaya özen gösteriyorlardı. Bu durum Nodan'ın işini zorlaştırmaya başlamıştı. Topladığı ruhlar her geçen gün azalıyordu çünkü ruhunu alacağı insan bulması zorlaşıyordu. Gündüzleri dışarı çıkamıyor zira güneş bütün enerjisini eritip yok ediyordu. Bu sebeple geceleri dışarı çıkıyordu. Halka yayılan varlığının haberi, geceleri dışarıda daha az insan kalmasına sebep oluyor, dolayısıyla Nodan'ın daha az avlanmasına yol açıyordu. Açlıktan gözü dönmüştü. Yeni ruhlar bulmak zorundaydı. Gecenin karanlığına bıraktı yeniden kendini.



Gizbe sokaklarda gezinip, ruhunu alabileceği yeni bedenler arıyordu fakat nafile. Sokaklar bomboştu. Karanlıktan başka şey yoktu. Bütün gece gezmiş, bir kişiye bile rastlayamamıştı. Çok açık alanlarda görünüp, varlığını tehlikeye atmakta istemediği için, avlanması iyiden iyiye zorlaşmıştı. Polislere görünmemeye özen gösteriyordu ama artık yapacak başka şeyi kalmamıştı. Dışarıda sadece polislere rastlıyordu. Yeni bir av bulamadan gezdiği bu gecede, bir arka sokakta park etmiş polis arabasına gözü ilişti. Uzaktan bir süre gözetledi arabayı. Arabada iki polis vardı ve ikisi de mışıl mışıl uyuyordu. Onun için kolay av olacakları belliydi. Hiç kimseyi bulamamanın hiddetiyle, polis arabasına yaklaştı Nodan. Önce dışarıdan otomobilin içini dikizledi. Evet, polislerin ikisi de derin halde uyuyordu. İlk önce yan koltukta oturana gözünü dikti. Yavaşça kapıyı açtı. Polisin kucağına oturdu, bıçağını çıkardı ve polisin gırtlağına tek hamlede sapladı. Polisin gırtlağından derin bir hırıltı yükseldi. Bedeni kasılmaya, can havliyle çırpınmaya başladı. Nodan, onu tutmaya çalışırken, şoför koltuğundaki polis uyandı. Bunu farkeden Nodan, pençeye benzeyen, uzun tırnaklı, tırtıklı derili, iç tarafı vantuza benzeyen yapışkan maddeyle kaplı elini şoför koltuğundaki polisin gırtlağına sardı. Polis, bu güçlü elin gırtlağını sıkmasıyla nefessiz kalınca elini gırtlağından çekmek için cebelleşmeye başladı bu arada diğer polis çoktan can vermiş, ruhu nodan'ın ruhuna karışmıştı. Sıra şoför koltuğundaki polise gelmişti. Çırpınan polisin üstüne abandı, bıçağını kaldırdı. Bıçak üzerine vuran ay ışığıyla parladı ve polisin gırtlağına saplandı. Polis debelendi, çaresizlik hırıltılarıyla haykırdı, çırpınması yavaşladı, vücudu seyrimeye başladı, ruhu nodana doğru akmaya başladı. Nihayetinde cansız bedeni çuval gibi koltuğa yığılıp kalmıştı. Nodan bu iki genç bedenden, kendi bedenine akan ruhla dinçleşmiş şekilde otomobilden aşağıya indi. Bu gece daha fazla dışarda kalmanın anlamı yoktu. Kaldığı inin yolunu tutarken, bundan sonra polisleri hedefine almış olmanın memnuniyetiyle yürüdü gitti.



Sabah olduğunda şehrin arka sokaklarının birinde, ölmüş iki polis cesedi bulunan polis arabasını görenler hayretler içinde kaldılar. Devriye arabasının etrafı kısa sürede polis arabalarıyla ve polislerle doldu. Bağırtılar çığırtılar, telsiz sesleri, oradan geçenlerin uğultuları birbirine karışıyordu. Cesetler hala Nodan'ın bıraktığı gibiydi. Olay yeri tespit ekibi bekleniyordu. Savcının da gelmesi istenmişti. Dışarıda dolaşan bir polis katili vardı ve yakalanmalıydı. Savcı Kenan, yüzünde şaşkınlık ifadesiyle gergin bir şekilde olay yerine geldi. Kenan, gözlerinin önündeki manzarayı görünce şaşkınlığı bir kat daha artmıştı. Ekip otosu içindeki iki polisi, hem de gırtlaklarını keserek öldürmeye cesaret edecek kim olabilirdi ki? O an bir kere daha, karşısındaki kişinin, normal bir katil olmadığını anladı. Daha önceki arka sokak cinayetleriyle birebir örtüşen belirtiler yeniden kendisine anlatıldı. Polislerin gırtlaklarındaki bıçak izinden başka hiçbir iz yoktu. Kenan, yeteri kadar cinayet mahalini, cesetleri ve otomobili inceledikten sonra, komisere seslendi;
“Murat komiserim; cesetleri adli tıpa gönderin, aracıda buradan çekin, ortalığı sakinleştirin. Yalnız adli tıp yetkililerine söyleyin, bu cesetlerin inceleme raporlarını en kısa sürede masamda görmek istiyorum. Hepinize iyi geceler; nasıl iyi olacaksa artık!”
Dedi, yüzüne ağır bir hiddet ifadesi takınarak olay yerinden ayrıldı. Komiser Murat, gelen adli tıp ekibine, cesetleri teslim etti, diğer memurlara, polis aracını garaja çekmelerini, olay yeri inceleme ekibinin, incelemelere orada devam edebileceğini söyledi. Millet yavaşça dağılırken, cesetler adli tıp aracına aktarılmış, bir polis, ölen polislerin ekip otosunu çalıştırıp oradan ayrılmıştı. O an için gece yeniden durgunluğuna bürünmüştü.

O sırada Nodan, kendi ininde dinlenmeye çekilmişti. İn olarak seçtiği, yaşadığı yer, artık kullanılmayan, şehir dışındaki, eski bir binanın iki kat altında yer alan, otoparkın bir köşesinde yer alan tek bir odaydı. Anlaşılan bu oda eskiden otopark görevlisinin kullandığı bir yerdi ama bina terk edildikten sonra kimsenin uğramadığı bu karanlık yer artık onun evi olmuştu. Odaya girildiği anda, insanın genzini yakan ağır bir rutubet kokusu karşılıyordu gelenleri. Oda çok büyük değildi, ışıksızdı. Bir köşesinde derme çatma bir sedir vardı. Sedir üzerine serilmiş bir bez parçasından başkacada bir şey görünmüyordu. Nodan o sedirin üzerine sırt üstü uzanıyor, ellerini göğsünde, bir firavun gibi bağlıyor öylece dalıp gidiyordu. Uyuduğunu ya da uyanık olduğunu kimse söyleyemezdi çünkü karanlık yüzünde gözleri, burnu, ağzı, kaşları görünmüyordu. Sadece boş bir karanlık.
Son işlenen polis cinayetlerinin üzerinden iki gün geçmişti. Polis cesetlerinin adli tıp sonuçları hem komiser Murat tarafından, hem de Savcı Kenan tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu ki, o gün raporların teslim edileceği haberini aldılar. Adli tıp görevlisi öğleden sonra elinde büyük, sarı bir zarfla gelmiş, raporları komiser Murat’a teslim etmişti. Murat, savcıyı arayarak, raporların geldiğini, isterse getirebileceğini söyledi. Savcı bir an önce getirmesini söyledi. Komiser Murat, elinde raporla karakoldaki bir ekip otosuyla doğruca savcının makamına gitti. Savcı Murat’ı kabul ettikten sonra, zarfı aldı, aceleyle açtı. Rapora göz atmaya başladı. Hızla okuyordu. Komiser Murat;
“-Neler bulmuşlar sayın savcım? Kayda değer bir ip ucu var mıymış?”
Savcı rapordan başını yavaşça kaldırdı, Murat’ın gözlerine boş ifadelerle baktı. Odaya derim bir sessizlik çöktü. Savcı gözlerini bir rapora indirdi, bir komisere kaldırdı;
“-Polislerden birisinin tırnakları arasında bir şeyler bulmuşlar. Ne deri parçasına benziyormuş, ne kan’a, ne de bildiğimiz herhangi bir şeye… Bir deri parçası gibiymiş ama, bilinen derilerden çok farklı bir yapısı varmış, adeta plastik gibiymiş. Tam tanımlayamamışlar. Rengi siyahmış. Yaşayan bir hücreye bile sahip değilmiş. Eğer bu bir deriyse, ölü bir bedenin derisi gibiymiş. Çoğunluk plastik olabilir diyorlar ama yapısı da, bir plastikten farklılık gösteriyormuş. Yani ne olduğu belli değilmiş.”
Dedi ve sustu. Komiser Murat ağzından hiçbir sözü çıkaramayacakmış gibi hissetti kendini. Gözleri savcıya takılı halde bir süre öylece kaldı. Savcının söylediklerini aklından yeniden tekrarlıyordu. Bir yandan da, ne olabilir acaba diye düşünüyordu. Karşılarındaki katile mi aitti tırnaklardan çıkarılan parçalar, yoksa başka bir şeye mi? Hem savcının beyninde, hem komiser Murat’ın beyninde aynı sorular dönüyordu. Dava tam bir çıkmaza girmişti…
(devam edecek)
not: birinci bölüm için Karanlıktan çıkan -1 tıklayınız!

0 yorum:

KURŞUN ADRES SORMAZ


Kurşun Adres Sormaz

           Ellerim ceplerimde metroya doğru yürüyordum. Dudaklarımda bezgin bir sigara kendi kendine tütüyordu. Hafif bir esinti saçlarımı yalayıp geçiyordu. Evimin yakınında bulunan çayırlıktan yürürken, sürekli orada derme çatma çadırlar kuran çingeneler vardı. Yine geçerken gözlerim onlara takıldı. Zaten takılmaması mümkün değildi, çayırın ortasından geçen ufak dere üzerinde kurulu demir köprüde adım seslerim duyulmaya başladığı anda, biri kız, biri oğlan iki çingene çocuğu, sevimli ama belirsiz bir keder kaplamış, kirli suratlarıyla, yapmacık gülümsemeleriyle bana yaklaştılar. 
“-Amca, bir lira versene!”,
“-Bana elli kuruş versene amca bea!”
Ben yüzlerine baktım, gülümsedim yanlarından geçerken gözlerim çadırlarına takıldı. Sanki çok iyi tanıyordum bu çocukları. Kaldıkları çadırlarını, anne, baba ve ablalarını da biliyordum. Çadırlarının önünde bir ateş yakmışlardı. Anne ve babaları karşılıklı oturmuş sigara içiyor bir şeyler konuşuyorlardı. Ablaları ortalıkta yoktu. Ablaları 16-17 yaşlarında, 170 boylarında uzun, büyük bukleleri olan kumral saçlara sahipti. Tepesinden omuzlarına oradan aşağıya, altın bir nehir gibi akıp giderdi. Saçlarıyla uyumlu açık yeşil gözleri vardı. Yeşil gözleri esmer teninin ortasında, kocaman ve eşsiz iki yeşim taşı gibi dururdu. Hayran olmamak elde değildi. O gözlerinde öylesine güzel bir ışık olurdu ki, yüzüne baktığında insan direk gözlerine sabitlenirdi.

Bu çingene ailesinin hiç kendi içlerinde kavga etmediklerini söyleyebilirim. Bütün yaşamları herkesin gözleri önünde olmasına rağmen, o kadar mutlu bir tablo çiziyorlar ki, anlatılamaz. Mutlaka kendi içlerinde münakaşaları oluyordur, maharet ki, bunu dışarı sızdırmıyor olmalarıdır. Çadırlarının hemen arka tarafındaki alanda, topladıkları hurdalar göze çarpıyor. Şehir sokaklarından, çöplerinden topladıkları hurdaları buraya getirip ayırıyor, sonrada onları büyük hurdacılara satarak geçimlerini temin ediyorlar. Ailenin üç büyük ferdi; anne, baba ve abla üç hurda toplama aracı ile (ki bu araç basit iki tekerlek ve demir parçalarından oluşur. Onun üzerine harar denilen büyük bir çuval konur, toplanacak şeyler o çuvalın içine konularak taşınır. Alet insan gücüyle hareket etmektedir ve şehrin yokuşlarında bu aleti çekip çıkarmak ya da trafikte olmak geriden göreni gerçekten düşündürür. Onlar bunu ustalıkla kullanırlar. Aletin büyük uzun kolları vardır iki yanında uçları omuzlara gelecek şekilde kıvrımlıdır, neredeyse bir otomobil genişliğine yakın genişliği vardır.)  şehrin sokaklarındaki çöplükleri gezerler, kağıt, alüminyum, bakır ve benzeri değerli şeyleri toplarlar. İki minik ise çadırda kalır, kendi kendilerini oyalarlar.

Ne kadardır oradalar, ben ne kadardır bunlara böylesine alıcı gözlerle bakıyorum, hatırlamıyorum. Ne tuhaftır ki, onları orada ne zaman görsem, salaş ama çocuksu bir gülümse beliriverir yüzümde. Mutluluklarını kıskanırım. Zaman içinde anladığım kadarıyla kızın bir de sevgilisi var, kaçamak buluşmalarda onları gördüğüm olmuştur. Birbirlerinin yanında dünya onlarındır sanki. Bilindik sevgili tablolarına asla benzemezler. Ne kız, kafeye götür, sinemaya götür, hediye al triplerine girer, ne çocuk bunun ağırlığını hisseder, onlara bir ağaç gölgesi, gizbe bir köşe ve birbirinin içine bakan gülümseyen gözleri yetiyor. Öylesine saf, çıkarsız, temiz duygular taşıdıkları birbirlerine bakışlarından okunabilmektedir. Kızın sevgilisi, 20 li yaşlarda sanıyorum. Uzun boylu, güneş karası bir teni ve koyu kahverengi gözleri var. Öyle alengirli giyinen birisi değil. Anlayabildiğim kadarıyla o da, kızın ailesi gibi hurda topluyor, doğal olarak bunu o da ailesiyle birlikte yapıyor; kız gibi. Buluşmaları da zaten çoğunlukla böylesi ağır çalışma sonralarında oluyor. Bu ilişkilerini aileleri biliyor mu bilmiyorum. Görünen en bariz şey, iki sevgilinin bir araya geldikleri zaman ne kadar çok mutlu oldukları oluyor. Çocuk, oldukça uzun boylu, yapılı bir vücuda sahip. Siyah saçlarını asla taranmış bir halde görmediğimi söyleyebilirim. Her zaman üstünde salaş, eski püskü bir gömlek, ayağında dizleri erimiş bir pantolon ve tozlu, boyasız ayakkabıları vardır. Kızın rengârenk kıyafetinin ışığı altında sanki solmuş bir kır çiçeği gibi görünür ama onlar buna hiç aldırmazlar. Bu kız ve oğlanın buluşmalarına ne zaman şahit olduysam, dikkatimi çeken tek şey olmuştur; mutlaka kızın sağ kulağının üstüne takılmış, beyaz bir papatya olurdu. Kumral saçlarının üzerinde papatya o kadar güzel görünürdü ki, sanırsınız ki, papatya sırf orada olmak için yaratılmıştır. Çoğu kişinin aradığı mutluluk tablosu bu olsa gerek…

Ne zaman hüzünlü olsam, bu iki çingene genci düşünür, biraz olsun mutlu olurdum. Onların saf insansı aşkları beni imrendirirdi. Günlerden, sıradan bir pazara gözlerimi açtığım bir gündü. Ekmek almak için dışarıya çıktığımda, mahşeri bir kalabalığın sokaktan, çingenelerin o tarafa aktığını gördüm. Aslında, pekte bu tür olaylara merakla bakan birisi olmama rağmen kalabalığın aktığı tarafa doğru biraz ilgi ve dikkatle baktım. Çadırın olduğu yerde birkaç tane de polis arabasının olduğunu, kalabalığın oraya doğru aktığını gördüm. Fazla da oyalanmadım ve bakkala yöneldim. O gün, nefret ettiğim, insanların içlerindeki “ayıları”, “aç kurtları” dışarıya saldıkları, kırıp döktükleri, kavga ettikleri ve sporlar uzaktan yakından alakası olmayan tavırlar sergiledikleri büyük bir derbi maçının olduğunu öğrendim. Bakkala girdim ve ekmek istedim. O arada bakkala sordum:
“-Hayırdır ağabey ya, bu kalabalık niye toplanmış oraya ki?”
Bakkal yüzüme şöyle bir baktıktan sonra;
“-Sorma ya, bu maç magandaları silah sıkmışlar, bir çingene kızını vurmuşlar.”
Dedi. Yüzünde derin üzgün bir ifade vardı. Devam etti;
“-Olaydan biraz önce kız gelip benden bir şeyler almıştı. Biraz laflamıştık. Zavallı kızı vurmuşlar. Kimin vurduğu belli değil tabi. Kim vurduya gitti garibim.”
Dedi ve sustu. Ben ekmeğimi aldım;
“-Ne yaparsın be ağabey, adı konulmamış ve devlet destekli terör diye buna denir işte. Bu futbol olayını böylesine pohpohlayan iktidar aslında bunun tek suçlusu.”
Dedim ve çıktım. Çıkışta tekrar kalabalığa göz attım. Millet sanki bayram alayına gider gibi, derinden yükselen büyük bir uğultuyla o tarafa doğru gidiyordu. Orada bir insan ölmedi ve bir ayı oynatılıyordu sanki. Yıkılan bir aile saadeti, kararan gelecek, toprağa gönderilen bir aşk.

Olaydan bir  iki gün sonrasıydı; gene aynı yerden geçerken, çingene çadırına dikkat ettim. Büyük bir hüzün olduğu belliydi. Ne çadırın önünde ateş yanıyor, ne çevresinde birileri geziniyor, ne de yolda önüme çıkıp para isteyen o iki minik, sevimli çocuk görünüyor. Onlara yakın olan birkaç kişiyle konuşmak istedim. Özellikle, daha öncede sohbet ettiğim, onların yakınında sergi açan bir amcayla sohbet için yaklaştım.
“-Amca selamün aleyküm. Nasılsın?”
Amca;
“-Aleyküm selam, eyiyim evlat, sen nasılsın?”
“-Teşekkür ederim amca iyiyim. Dün neler oldu burada ya, o mahşeri kalabalık neydi öyle?”
“-Ya sorma evlat, maça giden itlerden birisi silah sıkmış. Attığı mermilerden birisi, çadırdaki kızcağızı bulmuş, mermi tam da kalbine gelmiş, kızcağız o an can vermiş. Polisler bulacağız falan dediler ama, ne gezer, kim kime, dum duma. Kurşun adres sormuyor ki? Gitti fidan gibi kızcağız.”
Oradaki onları tanıyan herkesin yüzünde belirgin bir üzüntü hemen göze çarpıyordu. Amcanın kulağına doğru eğildim fısıltıyla;
amca, bildiğim kadarıyla kızın bir sevgilisi vardı gördün mü hiç?”
Amca aynı fısıltıyla;
“-evet ya, dün buralardaydı, deli gibi dolaşıyor, ağlıyordu. Garibim divaneye dönmüştü. Ne yapacağını bilmez bir halde, deli taylar gibi bir o yana bir bu yana gitti geldi durdu. Kimseye de bir şey diyemedi. Millet dağıldı o hala buralardaydı. Ne zaman gitti bilmiyorum. Bugün hiç görünmedi.”
Dedi. Ben de çok üzülmüştüm. Tekrar selam verip yanından ayrıldım. Aradan bir haftadan fazla zaman geçmişti ki, sergici amcanın yanına tekrar uğradım. Zaman zaman yaptığımız sıradan laflamalardan birini yapıyorduk ki, laf arasında amcaya soruverdim;
“Amca ya, şu kızın sevgilisinden haberin var mı? Hiç gördün mü buralarda falan ne haldedir acaba?”
Adamın yüzü limon yemişcesine yeniden buruştu. Bana dönerek;
“Evet, haberim var. Geçen gün onunda cesedini bulmuşlar. Onların çadırlarının olduğu yere yakın bir köprü var. O köprünün ayağında, bilekleri kesilmiş halde can vermiş bedenini bulmuşlar. Söylediklerine göre, sağ elinde bir de papatya varmış.”
Bu haberi duyduğumda bütün bedenim, derin bir ürpertiyle titredi. Adeta feci bir fırtına koptu ruhumda. Bir an başımın döndüğünü, dengemi kaybettiğimi hissettim. Kısa sürede kendimi toparladım ve amcanın yanından ayrıldım. Bir süre sonra da, çingene çadırının yerinde olmadığını gördüm. Öğrendiğime göre gitmişler. Ahmakça bir oyunun, gözü dönmüş cani taraftarlarının umarsız elindeki tabancadan çıkan bir kurşun, bir aileyi, bir aşkı, genç bir fidanı, kocaman bir huzuru yerle bir edip, geçip gitmişti. Amcanın sözleri kulaklarımda bir kez daha yankılandı;
“KURŞUN ADRES SORMAZ Kİ BE EVLAT”
                                                                                                          şiiradamı - 15 mayıs 2012

0 yorum: