Kendimizce Şiirİstanbul

Hotel California by Eagles on Grooveshark

       Takvimler 2012 yılının 26 Ocağını Gösteriyordu. Bugün bana göre gerçekten güzel geçecekti; sebebi iki güzel insanı bir etkinlikte misafir etme şerefine kavuşmuş olmamdı. İki güzel yürek, iki güzel kalem, kitaplarıyla birlikte, sohbet, şiir, eğlence dolu bir gün geçirmek için bizimle olacaklardı. Kim mi bunlar? Sevgili Meral Demir, Adım Kadın kitabıyla, sevgili Barış Erdoğan, Kuş Kıyamet kitabıyla bizimle olacak değerli dostlardı. Her ne kadar 26 Ocak Dünya Gümrük Günü olarak ilan edilmiş olsa da, bizim gümrükle işimiz yoktu, yeni dostlara gümrük uygulamıyorduk. İki güzel insanla olmanın keyfini yaşamanın zevki bize yetecekti.

       Etkinliği, sevgili Gülşen hocamla birlikte hazırlamıştık. Bursa'dan kalkıp gelen Meral Demir ve Konya'dan mevlevi tozu bulaşmış ayaklarıyla, yüzünde güzel gülümsemesiyle gelen Barış Erdoğan'a ev sahipliği yapmak, hem Gülşen hocam için, hem benim için çok güzel bir duyguydu. Buluşma etkinliğini yapacağımız mekana önce ben varmıştım. Hem Meral ve Barış hocamı  hem de, gelecek diğer misafirleri karşılamak, uzun yoldan sevilen misafir bekleyen evin, küçük çocuğunun heyecanı misali benide heyecanlandırıyordu. Çok güzeldi.

ÇAMSAKIZI

Çoban da
Ali Cengiz oyunları ile
yazı turadan çıkmış
çamsakızına hevesli değil ya,
dişine bakılmayan armağanlara
razı olmak düşmüş
bahtına... 

Mısralarının eşliğinde koltuğunda taptaze kitabı Adım Kadın kitabıyla; Meral Demir ve

Şiir Bayramına Gidiyorum Vurulmaya

erken çiçek açar kayısı ağacı
mayıs bir demeden
desenize şiir bayramı

neden işçi bayramları kutlanır
utanırım
adamları işçi bırakmak niye

işçi kokan şiirlerim olur
okuyun
şiir kokan işçilerim yok

işçi-şiir el ele demem artık
uçmuşlar
şiir kanadında işçilerim

şiir bayramına gidiyorum
vurulmaya
ardımdan şiir çalmasınlar

mısralarıyla sevgili Barış Erdoğan, şiir bayramına, Kuş Kıyamet kitabıyla gelip katıldılar. Gerçekten bir şiir bayramı havasında geçti buluşmamız. Gülen güzel yüzlerin eşliğinde, dudaklardan dökülen tatlı mısralar bayram ikramı olarak önümüze konuldu. Yüreklerinin şiir bayramları hiç bitmesin dilerim...

Katılımcı diğer dostların, güzel yürekleri ve sevinçlerini getirmiş olmaları toplantımıza ayrı bir tat katmış oldu. Toplantımıza çok kısa bir süre icabet eden (dilerim ilerde daha uzun sohbetlerimiz olur) Sevgili Miryam Şulam'da 72 adını verdiği şiir kitabıyla konuk oldu.

İstanbul, Konya, Bursa üçgeninin ortasında, hoş dost sohbetleriyle tatlandırılmış güzel arındırılmış zamanlar geçirdiğimiz bütün dostlarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Umarım en kısa sürede yeniden gerçekleştirebiliriz.

0 yorum:

Kocaman Bir Fiyaskomen - Küçük İskender

psikonevrotik
     
     


       Fiyaskomen diye bir sözcük bizim edebiyatımızda yok tabi ki ama, ben uydurdum. Hani Fransızca'dan dilimize ilhak olan "Fenomen = duyularla algılanabilen şey" anlamını taşıyan ama bizim genelde yanılsatarak; "sadece şaşırtıcı ya da sıradışı şeyler" için kullandığımız sözcük biraz esin kaynağım oldu. Benim uydurukçamdan çıkan bu sözcükümsü şey, üzerine cuk diye oturduğu kişi kadar saçma ama, onu anlatabilecek daha başka bir sözcük bulamadım. Mahlası Küçük İskender olan, Derman İskender Över, edebiyatımız için tam manasıyla bir "fiyaskomen"dir.

       Bunu böyle yazıyorum diye kızanlar olacaktır belki, olsun, kızsınlar sorun değil; kendisigillerden olmayanı mağmaya gönderen, kendisigillerden olanı kırbaca vuran, iç dünyasındaki tutarsızlığı, yazdıklarıyla bütün okuyanlara bulaştıran, psikonevrotik (Psikonevrotik reaksiyon (psychoneurotic reaction) Kişinin aşırı kaygılı, perişan ve huzursuz olması, çalıştığı işyerinde veya birlikte yaşadığı insanlarla olan ilişkilerinde uyumsuzlaşmaya başlaması biçiminde ortaya çıkan davranış bozukluğu.) yapıda bir insan. Sanatla ilgilenen insanların, sıradışı bir ikinci kişilik geliştirdikleri ve çoğu zaman kendileriyle çeliştiği çokta gizil bir durum değil tabiki. Söz konusu olan, ikincil kişiliğe sahip olmak değil, bu ikincil kişiliğin, eserlerine tamamiyle hakim olması, durmadan kin kusması hali, ortaya çıkınca vehamet doğuyor.

       Afaki basın araçları, gündeme getirecek dahada boş birşeyleri bulamadığı bir anda, incir çekirdeğini doldurmayan saçma bir tartışmayı manşetlerine taşımıştı. Küçük İskender mahlasındaki arkadaşta böylesi bir tartışmanın tarafı olarak insanlara yansıtıldı. Zaten adının duyulması da o olaydan sonra gerçekleşti. Kendi sayfasını ya da bazı yerlerde arkadaşın hayatına dair notları okursanız; ödüller aldığı falan yazar. Şimdi, akıla şöyle bir soru geliyor; psikonevrotik unsurlarla dolu, saldırgan, kin, nefret kusan sözcük öbeklerini tutup bir edebiyat yarışmasında derecelendiriyorsanız bunun adı, ya işgüzarlıktır, ya da yalakalıktır değil mi?. Aldığı ödüller hayırlı uğurlu olsun.

       Yazdıkları o kadar yoğun bir pesimistlik(kötümserlik) içerir ki; bir anda beyninizin korteksine etki etmeye başlar. Yazan kişi(!) içini bürüyen pesimist kurumunu çalar yazılarına, şiirlerine ve okuyan herkesin nasiplenmesini ister sanki. Onun yazıtlarını okumak, şizofrenik kuyuya gözü kapalı dalmak gibidir. Okuyucu infiali yaratma çabasını, kalemi her eline aldığında kağıda olduğu gibi döktürür. Cinsellikle durmak bilmeyen bir didişmesi vardır. Kendi eğiliminin, iç dünyasında yarattığı yaradan mütevellit, cinsel bütün eylemlere karşı cephe almış durumdadır. Hani kendisigiller diye bahsetmiştim ya; işte o kendisigiller, aynı eğilimi taşıdığı insanlardır ama, bununla aralarında derin bir çukur vardır. Bu şahıs, zehirini boşaltacak yer arar durmadan diğerlerinin aksine. Sevişmeyle, seksle aklını bozmuş fiyaskomen, yaşamın bütün zararlılarını bir bardak çaymış gibi sunmayı maharet sayan dışkılanmış arabesk yazılarıyla, beyinlerin küçük düşünmesini, büyük düşünmek gibi gösteren hilebazdır aslında. Soğuk, nefret dolu, illegal-legal saldırganlık onun ruhundan sızıp kağıda dökülür. Arabeskin böylesine yağlısı, düşmanlık kokanı, zaten yoksunluklar içindeki insanlar tarafından büyük bir nimetmiş gibi algılanır ve kabul edilir.

       "Orospuların amorti organlarını anlat" - düzenli seks yapan ırmaklar kabilesi- diyerek, diğergilleri ne kadar aşağılayabileceğinin resmini çizmektedir. Cehennemin resmini yapmaya soyunur durmadan. Sadece cehennemin değil, cehennemde yanan ruhların acılarını yansıtır. Edebiliği, kimsesizler mezarlığına gömer ve dilin bütün bayağılığını, adiliğini, basitliğini, düzenbazlığını kendine sürüm yapar. Yoz düşüncelerin yobaz anlatıcısı aynı yazısında "canın sıkılıyorsa bana bir deneme yaz, eşcinsellerin kaç deliği olduğunu tez haline getiren" demektedir. Kendisigillere açık dille aşağılayıcı bir saldırı sergilemektedir. Ona göre, dünyada bir tek o olmalı. Onun dışındakiler diğergillerdir ve her türlü kötülüğü hakedenlerdir. Pesimistliğinin psikonevrotik yapısının kurbanı eder, gözünün ulaştığı herkesi. İnsana dair ne varsa, harman edilir onun beyin ve bozuk ahlak harmanında.

       Bunu okuyan hiç kimse, şöyle bir yanılsama sonuca varmasın: "kıskançlık sonucu kaleme alınmış bir eleştiri". Hayır, kesinlikle öyle değil. Ben sadece, okuyanlarda infial yaratan bu hastalıklı beyine dikkat çekmek için böyle bir yazıyı kaleme aldım. Başka yazarlarda olacak kalemime konu olan. Fakat, fiyaskomen'imiz, sapkınlık noktasında kesinlikle rakip tanımadan, beyinlerin korteksine sızıp, insanlar arası düşmanlık tohumlarını ekmektedir. Böylesine, doğrudan insanları birbirine düşman eden bir edebiyatın varlığını ben inkar ediyorum. Tamam, edebiyatın konusu insana dair herşey olabilir; yalnız, konu olan şeyler, yazan kişi dışında herkesin birbirini suçlamasına yol açacak noktadaysa, bu kurgusal ikirciklik yaratma senaryolarını edebiyattan saymam asla. Edebiyat eser(ler)i insanlara olumlu yönde şeyler katıp, yaşam kalitesini yükseltmeyi hedef edinmelidir. Çöplükte esrar içmeyi öneren, kimi bulursan onunla yat tavsiyesini durmadan yineleyen, kötü barların sidik kokan tuvaletlerinde damarlarını deş diyen yazılar asla edebiyat eseri olamaz. Doğal olarak o tür şeyleri ortaya koyan ya da koyanlara da edebiyatçı denemez...

21/01/11 - şiiradamı



0 yorum:

Şiir'de Ne alaka?





Hayatımız içinde her şey şiire konu olabilir. Şiir öylesine geniş bir evren ki, kısa cümlelerle içinde bir çok cenneti, cehennemi yaratabilir usta bir şiir üstadı. En basitinden, en zoruna her konu şiir dizelerinde üstün algıyla bambaşka bir evreye taşınabilir. Böylesi güzel, alımlı bir şiiri okumak ise, enfiye çekmek gibi bir etki yaratır insanda ki, duygusal düşünce yollarını, bütün marazlardan temizleyebilir.

Sözcük sihirbazlarından Enis Batur'un RİBJA SOKAĞI isimli şiirinde;
Elimle koymuş gibi buldum o sokağı.
Hızla vurdum yüzümü şehre
ve henüz esmemiş bir rüzgâr için güldüm
mısraları, hasret çektiğimiz şehirlere bir ağıt gibi çıkıverir karşımıza. Okurken, içimizde bir yerlerde, yüreğimizi titreten buz gibi bir esinti olur, şiir. Hasretler, korkular, yalnızlık, sevda, hayat, hüzünler ve daha nice insana dair olgu varsa şiirin sarmalında can bulur. Orhan Veli'nin mısralarındaki yalnızlığa bakın hele..
Bilmezler yalnız yaşamayanlar, 
Nasıl bir korku verir insana sessizlik,
İnsan nasıl konuşur kendisiyle
Nasıl koşar aynalara
Bir cana hasret,
Bilmezler.
Şimdi Orhan Veli'nin kaleminden çıkmış bu güzel mısraları inkar edecek kaç insan vardır? Ortak yaşanımları bu kadar güzel dile getirirken şair, bizimle aynı şeyleri yaşadığınıda vurguluyor. Yalnızlığın, insan hayatına kör bir sis gibi çöküşünü, yalın bir dille ortaya koyarken, kendisinin neler yaptığından dem vuruyor. Kendisiyle konuşmayan, yalnızlığından sıkıldığında aynalara koşmayan, bunalmayan var mıdır? Bundan şu anlamı da çıkarabiliriz; ya yalnızlık her insanda aynı şekilde zuhur ediyor, ya da, her insanın yaşadığı yalnızlık diğerlerinin ikiz kardeşidir...

Şiir dedik, küçük örneklerle, şiirin özüne göz attık. Birde sevgili İhsan Topçu'nun kaleminden dökülenlere göz atalım. Bizlere çok güzel ışık tutacağından eminim. Zira, şiir, şair ikileminde, çok güzel vurgularla, muallaktaki konuları gün ışığına çıkartıyor usta kalem...

Şiir yazmayı isteyen herkes deneyebilir, ancak şiir yazan herkese niçin şair denmez? Nasıl bir şiir toplamı yaratılırsa şair olunur? Şiir yazan birine şair diyebilmek için, o kişinin şiir toplamına aşağıdaki soruları sorduğumuzda, "evet" yanıtı almalıyız:

a) Ortak dil ustaca kullanılıp şiir diline ulaşılmış mı?

b) Sözcük ve ses dengesi kurulmuş mu?

c) İmgeler özgün ve estetik mi?

d) İmgeler amaç değil, araç olarak kullanılmış mı?

e) Buluşlar özgün ve estetik mi?

f) Mimariyi de içeren kompozisyon güçlü mü?

g) Dünyaya farklı bakışı ardında, şairin oturmuş bir felsefesi var mı?

h) Duygu yoğunluğu ile çağrışım zenginliği var mı?

i) Şiire yeni boyutlar kazandırıyor mu?

j) Şair, kendisi olurken, bir başkası da olabilmiş mi?

Gerçek şiire, şairliğe ulaşmada, bütün bunlar da yetmiyor. Bunların dışında, ancak yetenekten fışkırabilen ve şiirin büyüsü sayabileceğimiz, şairden şaire değiştiği için, anlatılması çok zor, belki de olanaksız olan özellikler de vardır... İHSAN TOPÇU

Her usta yazar/şairin bu konularda söyleyeceği sözleri elbette olacaktır ama, İhsan Topçu çok güzel noktalardan yakalayarak, bir yazıtın şiir olabilmesi için gereken temel unsurları sıralamış. Doğaldır ki, burada eklenmesi gereken bir soru daha var kanımca;  ayda kitap okumaya ayırdığınız zaman ne kadar? Bütün bu temel unsurlar için olmazsa olmaz, okuma olgusudur. Bir değirmenin çalışması için su ya da rüzgar gerekir. Bir şairin/yazarın yazabilmesi içinde bol bol okuması gerekir.

Gereksizlik ulemalığı yapmaktan öteye geçmeyen, kalıpsız sözcüklerle inşa edilmiş eğreti yazıtlar ortaya koyarak kendisini bir noktaya getirmeye çalışmak büyük bir ahmaklık olacaktır kesinlikle. Dil bilgisi, imla bilgisi yazın sanatlarının en temel kuramıdır. Yazın eseri verdiğiniz dilde, eğer gerçekten eser ürettiğinizi söylemek istiyorsanız; sözcüklerin özgünlüğüne saygı duymalı, çok iyi bilmelisiniz, o dilin imlasına hakim olmalısınız, sözcük dağarcığınızı çok iyi geliştirmelisiniz.

17.01.2012 - şiiradamı (evrende bir yerde yazıldı)

1 yorum:

Karanlıktan Çıkan...(Korku Hikayesi)


Karanlıktan gelen
ölümlerle besleniyordu.


       İkinci kattaki dairesinin penceresinden gelen tuhaf sesle uyandı Pınar. Gözlerinden uykunun uyuşukluğunu atmak ve karanlıkta daha rahat görebilmek adına gözlerini ovuşturarak pencereye doğru baktı. Pencerede yıldızlarla bezenmiş gökyüzü dışında birşey görünmüyordu. Yataktan doğruldu, pencereye doğru yöneldi. Pencerenin önüne geldi, dışarıyı kaplayan karanlığı tuhaf, şaşkın bakışlarla gözden geçirdi. Sokakta kimse yoktu. Penceresinden gelen sese bir anlam veremedi sırtını döndü yatağa yöneldi. Tam o sırada, pencerede tuhaf bir karaltı belirdi. Sırtı pencereye dönük Pınar karaltıyı farketmemişti. Pencere sessizce açıldı, karaltı içeriye hayalet gibi süzüldü. Pencere açılınca içeriye dolan gecenin serin havası, tenine değdiği anda arkasını dönen Pınar; karaltıyı farketmişti ama çok geçti. Çığlık bile atamadan keskin, kalın, parlak bir bıçak boğazına saplanmıştı. Bıçak saplanır saplanmaz boğazından su gibi kan akmaya başlamış ve tuhaf hırıltılar çıkararak yere yığılmıştı.

       Yaşam keşmekeşi ve insan heyhulasından oluşan koca kent, Pınar'ın yokluğunu hissetmedi bile. Gecenin karanlığından çıkıp gelen bir karaltı Pınar'ı alıp götürmüştü. Kent, günlük yaşamına devam ediyordu. Bir insanın ölümü ancak yakın çevresindeki bir kaç kişiyi etkilemişti. Bilinmeyen bir şey vardı; karanlıktan çıkan bu karaltı sadece Pınar'ın ölümüyle yetinecek miydi?

       Seren 26 yaşında alımlı, güzel ve şuh hareketleriyle erkeklerin yüreğini hoplatan bir kızdı. O'da Pınar gibi yalnız yaşıyordu. Kentin bilindik sokaklarını oluşturan binalardan birisinin dairesinde kafasına göre yaşamanın tadını çıkarıyordu. Öyle pek, toplumsal kural, etik, gelenek takmayan bir kızdı ve hayatı yaşayabildiği kadar coşkusuyla yaşamayı seven yapıya sahipti. O akşam bir arkadaş evinde toplanıp eğlenmişlerdi; Seren bir dünya olmuş kafasıyla, evine nasıl geldiğini bile hatırlamıyordu. Saat sabaha göz kırpıyordu ama Seren daha yeni yatağa giriyordu. Zorla soyunmuş yatmaya hazırlanırken, yatak odasının loş bir köşesinde duran tuhaf karaltıyı farketti. Anlamaya çalışan gözlerle baktı, anlayamayınca yaklaşmaya başladı. Tuhaf, kukuletalı bir pelerini andırıyordu. Kukuletanın içinin karanlıkta boş mu dolumu olduğu görülmüyordu. Yaklaştı, yaklaştı, elini uzattı. Tam o sırada havada vızıldayarak gelen bir bıçak eline saplandı. Seren acıyla ve korkuyla çığlık attı ve arkaya doğru düştü. Karaltı bulunduğu köşeden çıkıp yere düşen Seren'e doğru ilerledi. Yüzü hala görünmüyordu, bıçağı tutan eli havaya kalktığında, ellerinde siyah eldiven olduğu görülüyordu ama Seren bunu farkedecek durumda değildi zira, kalkan ve gecenin karanlığında hafifçe parlayan keskin büyük bıçak onun bedenine inmek üzereydi. Bir çığlık daha attı. Sonra bıçak, gırtlağına buz gibi bir his vererek saplanıp sıcak kanını akıtmaya başladı. Gırtlağına giren bıçak yüzünden sesi bir anda kesilmiş tuhaf hırıltılara dönüşmüştü. Boğazından kanlar akarken, karaltı bütün ağırlığıyla üzerindeydi. Seren'in seğirmelerle sarsılan bedeninden canının çıkmasını bekliyordu. Seren hareketsiz kalıncaya kadar öylece bekledi. Sonra, karanlığın içinde, geldiği gibi kaybolup gitti.

       Önce Pınar, sonra Seren vahşice bir cinayete kurban gitmişti. Ama kimse, bir seri katilin varlığından bahsetmiyordu. Sıradan iki soygun cinayeti gibi görünüyordu olay. Kent rutin yaşam çizgisinde sakince ilerliyordu. Herkes hep bir gün sonrasında ne yapacaklarını kararlaştırıyor o anı yaşıyorlardı. Karanlık, içinde taşıdığı karaltıyı, kentin sokaklarına çöker çökmez ortalığa salıyordu. Her köşe bir ölüm kapanı gibiydi, her yerde sidik kokusuna karışan bir ölüm kokusu vardı ama bunu kimse farketmiyordu.

       Karaltı, eğlence merkezlerinin, barların bolca olduğu, gecenin geç saatinde cinlerin bile uğramadığı sokakları mesken tutmaya başlamıştı. Barlardan çıkan sarhoş insanlar önünden defile yaparcasına geçip gidiyor, hiç bir göz onun varlığına şahitlik edemiyordu. Sokakta ses soluk kesilmiş, ortalık karaltıya kalmıştı ki, bir bardan oldukça sarhoş kafayla bir kız ve bir oğlan çıkmış ona doğru geliyorlardı. Karaltı kendini karanlığa çekti. İki sarhoş önüne gelmişlerdi ve birden hamlesini yaptı. İkisini birden güçlü kollarıyla tutup karanlığın içine çekmişti. Sarhoş insanlarsa, şaşkınlık ve sarhoşluğun etkisiyle hiç seslerini çıkaramamışlardı. Kalın, parlak ve keskin bıçak sırayla ikisininde gırtlağına serinliğini bırakıp sıcak kanlarını karanlığa akıtmıştı. Karaltı, ikisininde üzerinde oturuyordu. Onların aciz bedenlerindeki seyrime, kasılma ve ölüm devinimleri son buluncaya kadar öylece bekledi. Sanki, ölen her insan onun yaşaması için ölümüyle ona birşeyler katıyordu.

       Öldürdüğü her insandan sonra o biraz daha güçlü hissediyordu kendini. Karanlığın oğlu karaltı, insan kanının sıcaklığında yıkıyordu varlığını. İki kişinin öldüğüne kanaat getirdikten sonra onları kuytu köşede bırakıp gecenin yalnız sokaklarında gezinmeye başladı. Yeni bir kurban istiyordu. Daha çok güçlenme arzusu bütün bedeninde patlamıştı sanki. Gezdiği boş sokaklarda, öldürecek birisini bulamayışına sinirleniyordu ki, bulunduğu sokağın az ilerisinde, bir çöp konteynerının yanına sızmış birisini gördü. Kirli, pasaklı, saçı sakalı birbirine karışmış, yırtık pırtık kıyafetlerinden bir evsiz olduğu anlaşılan adamı şöyle bir süzdü. Yerde yatan adam, karaltının varlığından habersizdi, sızmıştı ve  kucağında bir şarap şişesi vardı. Karaltı uzandı, şarap şişesini aldı, içinde hala vardı. Şişeyi karanlık suratını gizleyen kukeletanın içine doğru soktu, dikti, koca bir yudum aldı. Sonra şişeyi bir kenara fırlatıp, yerde yatan adamın üzerine oturdu. Adam hala farkında değildi. İyiden iyiye ölüm uykusuna sızmış gibiydi. Sağ elinde parıltılı, kalın, keskin bıçak belirdi. Bu sefer hızla değil yavaş hareketlerle bıçağı kurbanına yaklaştırdı ve sivri uçunu yerde yatan adamın gırtlağına dayadı. Sonra yavaş yavaş bastırmaya başladı. Uçu, adamın gırtlağına girdikçe kan sızmaya başlamıştı ki, sarhoş adam bunu bile farkedemiyordu sarhoşluğuyla, Sonunda bıçak adamın ensesinden çıkana kadar sapladı bıçağı adamın boğazına. Adam, uykusunda, boğazındaki kesikten sızan kanla, çok çabuk ve kolayca can vermişti. Bu ölüm, karaltının daha çok hoşuna gitmiş gibiydi. Adamın öldüğünü anladıktan sonra kalktı üzerinden ve gecenin karanlığında kayboldu....

(devamı Bölüm 2 )
17/01/12--şiiradamı

1 yorum:

Sırtçı .. "Kaçakçının gizli Öyküsü"((öykü))

Her Sırtçının bir hayatı vardır ama
asla bir resmi yoktur...


       Kelimelerin, insanların beyninden silindiği zamanlar vardır hani! Konuşmak istersiniz de, kelimeler dilinizden dökülmek nedir bilmezler. Güçlük çekersiniz kendinizi ifade etmekte. İnsanlar sizleri anlamaz, anlayamaz, anlamak istemezler.

       Var olmakla, yok olmak arasında, olmayan, hissedildiği zamanlarda size görünen bir yer vardır. Anlatamazsınız. Ne varsınızdır, ne yoksunuzdur. Zaman, mekan, cisim elle tutulamayacak kadar yok; hislerde yankılar yaratacak kadar vardırlar

       Bir yaşam kavgasının orta noktasında sizi bir şeyler, bir anda hayattan koparıverir. Sizin istekleriniz önemli değildir. Yaşamak için savaşırsınız ama, özel isteklerinize yer yoktur; bir hiç olduğunuz her zaman size hissettirilir bu ağır yükün altında. Her gününüz bir öncekinden daha berbat geçecektir. Bunu bütün hücrelerinize kadar hissedersiniz; yaşamınızın bir parçası olur bu duygu.

       Bunları yazmak farklıdır, yaşamaksa daha farklı. İnsan olayların içine girince gerçekleri anlıyor.

       Sırtçılık. Bence dünyanın en zor işidir. Kaçakçılık yapanlar bilirler. Suriye'den Türkiye'ye mal kaçıranlar.Bunların tuttuğu insanlar vardır: SIRTÇILAR. Kaçakçılar para babası, sırtçılar üç kuruşa hayatlarını pazarlayan emekçiler. Ne kadar yaptıkları kaçakta olsa, sonuçta ekmek parası, geçim dünyasının emekçileridir sırtçılar.

       Belki, hepimiz kaçak bir şeyler kullanmışızdır. En azından, sigara içenler mutlaka kaçak sigara içmiştir. Bilmeyiz ki bunun arkasında neler vardır

       Bir sırt, 100 ile 120 kilo ağırlığında, harar çuval denilen, devasa çuvallara denir. Sırtçılar, bu dört kişinin dahi taşımakta zorlandığı devasa sırtları, gerek mayınlı tarlada, gerekse gidecekleri noktaya kadar (bu yol sürülü tarla olur, dağ, tepe, ırmak olur fark etmez onlar için) bir çırpıda sırtlanır, koşarak gece karanlığında en kısa sürede ulaşırlar.

       İşte böyle bir sırtçıydı Ökkeş. Boylu, poslu, kaslı, diri sicim gibi bir vücuda sahipti. 23-24 yaşlarında bir delikanlıydı. İki senedir nişanlıydı ve evlenebilmek, mutlu bir yuva kurabilmek için para biriktirmesi gerekiyordu Ökkeş'in. Çalışabileceği pek iş yoktu. Gündüzleri tarlalarda çalışıyor, geceleri kaçaklarda sırtçılık yapıyordu. Hayatını tehlikeye atarak mutlu bir yuvanın temellerini oluşturmaya çabalıyordu.

       Sırtçıların, en çok korktuğu sınır boyundaki askerden mermi yemektir. Ökkeş'inde korkusu buydu. Bunun dışında mayından bile korkmazlardı. Çünkü, sırtçı kafilesinin başında mutlaka bir MAYINCI vardır ve gidecekleri yolu adım adım o belirleyerek, onları mayının gazabından korurdu.

       Asker, ne kadar anlaşılmış olsa da, plan bozulup zamansız bir baskında, mutlaka ateş edebilirdi. Genelde havaya ateş edilse de, kör kurşunun nereye gideceği bilinmez ve kurşundan hesap sorulmazdı. Sonuçta onlar bir suç işliyorlardı.

       Gene öyle bir gece, Ökkeş'in anlaştığı kafile Suriye'den Türkiye'ye çay ve sigara sırtlarını geçiriyorlardı. Askerle işi bağlamak kaçakçının işiydi. Geçiş olacağı zamanlar onlar çoğunlukla bundan emindirler ama, temkinlidirler de aynı zamanda.

       Üç yüz tane sırt vardı, yirmi sırtçı vardı. Yarım saatte sırtlar Türkiye tarafında, iki kilometre mesafede bir bağ evine getirilmesi gerekiyordu. Anlaşmalar tamamdı. Ortalık sütlimandı. Suriye tarafında, Türkiye tarafında devriyeler çekilmişti. Mayıncı yolu belirlemiş, mayınlı sahaya halılar serilmiş, tel örgüler kancalarla açılmış, iz tarlasına sehpalar atılmış, her şey hazırlanmıştı. Ve start verildi. Sırtçılar koşar adımlarla ama koşmadan, hızlı ama acele etmeden sırtları Türkiye'ye geçirmeye başlamışlardı. Her şey yolunda gidiyordu. Hiç kimse planlananın dışına çıkmadan karınca gibi yüzer kiloluk sırtları taşıyor, akan tere yorgunluğa aldırmıyorlardı. Hayat sigortalarını hiç düşünmüyorlardı.

       Sırtların iki yüz tanesi kazasız belasız geçmişti. Kimsenin ne olduğunu anlayamadığı bir anda; bir gürültü koptu. Hava birden aydınlandı bir an. Havada çıvgın gibi, yanan bir mermi sırtçılara doğru ilerledi. Acı bir bağırma sesi geceyi, kör bir bıcak gibi yırttı. Sırtçılardan birisi yaralanmıştı. Bu bir baskındı. Nasıl olduğunu kimse anlayamamıştı. Herkes çil yavrusu gibi, yakalanmamak için dağılmışlardı. Arkalarından mermi yağıyordu. Yaralanan kimdi acaba? Bunun, bir kisi dışında hiç kimse için bir anlamı yoktu o anda.

       Ökkeş kazandığı paralarla birçok eşyasını tamamlamış ve ziynet eşyasının bir kısmınıda almıştı. Biraz daha çalışıp, evlendikten sonra bu işi bırakacaktı. Ama kör kurşun o gece gelmiş Ökkeş'in sol elini bulmuştu. Kurşun onu tam bileğinden vurmuştu, bileği onulmaz bir halde paramparça olmuştu.

       Geceyi saklanarak geçirdiler. Ökkeş kanayan, darmadağın olmuş bileğini acısını içine gömerek, gömleğiyle sarmıştı. Sabahın olmasını bekliyordu buna da şükür. Kafasından da vurulabilirdi ya da vücudunun herhangi bir yerinden. Buna da şükürdü. Allah onun evlenip çoluk çocuğa karıştığını görmesini istemişti.

       Sabah olunca onu tedaviye götürmüştü kaçakçı. ama gizlice. Jandarmanın duymaması gerekiyordu, öyle de oldu. ama Ökkeş'in sol elinin bileğinden kesilmesi gerekiyordu. Buna da şükürdü. Altı üstü bir sol el. Canından da olabilirdi.

       Nişanlısı olanları öğrenince günlerce ağlamıştı. ama ağlamanın, üzülmemin anlamı yoktu. Evlenebilmeleri için daha para gerekiyordu. Zaman zaman Ökkeş "ah benimde babam olsaydı" diye içinden geçirirdi. Ama yoktu işte, mayın almıştı babasını; olsun du, buna da şükürdü. Yaşıyordu ve sevdiği kızla evlenebilecekti.

       İyileşir iyileşmez Ökkeş tekrar işe çıkmaya hazırlandı. Bu kez elektronik eşya gelecekti. Gündüz nişanlısı ne kadar yalvardıysa onu vazgeçiremedi. Elektronik sırtın ücreti daha fazlaydı. Bunu kaçıramazdı. Bundan sonra belkiydi.

       Ökkeş o gece Allah'a yalvararak, bildiği bütün duaları okuyarak gitmişti sırta. Nişanlısı ise evde durmadan Ökkeş için Allah'a yalvarıyordu. Biricik nişanlısına bir şey olmasındı. Bu sondu.

       Her şey hazırdı. Ortalık yatışmıştı, devriyeler yuvalarına çekilmiş, mayınlı tarlada pasavan belirlenmiş, iz tarlası, tel örgüler halledilmiş geçirilecek sırtlar Suriye tarafına çoktan gelmiş, onları bekliyordu. Son kontrollerden sonra sırtçılar geçtiler Suriye'ye

       Tekrar hummalı bir çalışma başlamıştı. Sınırlar arası alış verişti bu. Karıncaların yuvaya yem taşımalarına şahit olmuşuzdur. Tek sıra halindedirler ve sıra asla bozulmaz, kimse kimseye engel olmaz. Sırtçılarda karıncalar gibiydi. Onları koruyan Allah inançları ve gecenin koyu karanlığıydı yol göstericileri ise azimleriydi.

       Sırtlar neredeyse bitmişti. Son sırtlar geliyordu. Türkiye'ye geçen sırtçı karanlıkta kayboluyordu. Ortada kimse görünmüyordu. Ökkeş en son sırtta en son adamdı. Yüreği yerinde durmuyordu. Terliyordu. Ama bu terleme her zamankine benzemiyordu; buz taneleri dökülüyordu adeta ter yerine. Anlam veremiyordu. Anlamsız bir korku, bütün benliğini sarmıştı. O an kesin kararını verdi; son sırttı, son adamdı, son işti, mayın tarlaları son, iz tarlaları son, sırtçılık sondu. Bu korkuları bir daha yaşamak istemiyordu. Artık başka işe bakacaktı. buna da şükürdü.

       Ama olmadı. Şansızlık bu! Adama yapıştığı zaman bırakmıyor işte. Tel örgüye neredeyse varmıştı; birkaç adım daha. Ama son adım oldu. Bir topuk mayınına bastı, yolun dışında. Bir anda gökyüzü aydınlandı. Tel örgüler, kopan et parçalarıyla doldu. Dünya bir anda karardı tekrar, kemikler, etler, kanlar, korkular...

       Ökkeş sırtla birlikte olduğu yere yığılmıştı. Patlamayı duyan askerler havaya doğru ateş etmeye başlamışlardı. Ortalıkta kimse yoktu. Ökkeş'in yardımına kimse koşamamıştı.

       Ökkeş'in dünyası tekrar tekrar başına çökmüştü. Nişanlısı geldi gözünün önüne. Evlendiklerini, mutlu bir yuva kurduklarını, çocuklarının olduğunu düşündü. Nişanlısı iki taneden fazla olmaz diyordu çocuk için. Olsun du. İki tanede güzeldi. Zaten o da fazlasını istemiyordu ki. ayağı acıyordu. Bir an eliyle dokunmak istedi ayağına. O an acı bir feryat bütün mayınlı tarlayı ve mıntıkayı kapladı. Kapladı ve o feryat havada karanlıkta asılı kaldı.

       Var olmakla yok olmak arasındaki o belirsiz nokta. Hissedildiği zamanlarda hüküm sürdüğü nokta. Anlatılmayan. Var mısınız yok musunuz? Zaman, mekan, cisimler, insanlar neredeler; ne oldular? Yaşamak mı oyunun adı? Ne olursa olsun buna da şükür. Daha yaşanacaklar, yazılacaklar bitmedi şükür.

16 temmuz 98 - şiiradamı

0 yorum:

Şiir Üstüne Ahkâm

Şiir üzerine pek çok şey yazıldı, çizildi. Bunlardan benim için önemli olan bir yazıyı paylaşacağım. Hayatında hiç şiir yazmadım diyecek insan sanıyorum iki elin parmaklarını geçmeyecektir. Kalemi kağıdı alıp alt alta yazılan satırların toplamı şiir olabilir mi? Şiir, susadığımız zaman, eğilip içebileceğimiz mahalle çeşmesi ya da bir sebil gibi kullanılabilecek bir şey mi? Bir alt yapı, bir bilgi birikimi, yoğun bir sözcük dağarcığı dahası, derin bir toplumsal algıya sahip olmak gerekmez mi? Şiir yazmak kolay bir şey mi? Bu noktada, sevgili Turgay Fişekçi'nin Haziran-1999 tarihli PAPİRÜS dergisinde kaleme aldığı bir yazıyı aktaracağım. Turgay Fişekçi yalın bir dille bir okyanusu sermiş satırlarına.

İnsanlarımızın şiir diye anladıkları şeyin daha çok "manzume" ya da bir iç dökmenin ötesine geçemediği ortada. İç dökmek için de şiir yazılabilir ama bir yazılı metnin şiir olabilmesi çoğu zaman yeryüzündeki büyük tansıklardan birinin gerçekleşmesi gibidir. Şiir yazmak zor bir şeydir. Önce bunun kavranabilmesi gerekir. Kolay bir uğraş olarak görüldüğü sürece yazılanların şiir katına ulaşabilmesi çok güç. Şiir bir hayat ister. Ülkemizde şiir yazdığını sananların kaçının hayatını şiire verdiklerine bakmak gerekir. Böyle bir ölçüt oranı çok düşürecektir. Ardından da şiire adanan hayatın ortaya çıkardığı ürünlere bakmak gerekir. Bunların içinde Türk ve dünya şiirine katkı yapan, yeni anlatım olanakları yeni duyarlılıklar, yeni yaratı evrenleri ortaya koyabilen ürünler var mı ona bakmak gerekir. Bunlar olmadan, "Ben şiir yazıyorum", diyen şiir heveslilerini şair saymak olanaksızdır. Bunca çok şiir heveslisinin olması ne yazık, bugünkü şiir ortamımız için olumlu gelişmeler sağlayacak bir gizilgüç doğuramamaktadır. Çünkü en başta bu hevesliler, kendileri şiir yazdıklarından olsa gerek, geçmişin ve bugünün şiirini yani ustalarını okumak, daha da ötesinde incelemek gereği duymamaktadırlar. Yazıyor olmaları onlara yetiyor. Oysa şiir yazmak için önce şiirin ne olduğunu anlayabilmek bunun için de ustaları okumak gerekir. Son otuz yılımızın en önemli şiir kitaplarından Oktay Rifat'ın "yeni şiirleri"nin bugüne dek toplam satışı beşbin kadardır. Oysa son otuz yılda en az yirmi bin kişi bir şiir kitabı yayımlamak için dosyasıyla yarışmalara başvurmuştur.

Şiirin nasıl yazıldığı her şairin kendi bileceği iştir. Her şair farklı gereçlerden yararlanarak şiir yazabilir. Her hayatın da yazacağı farklı bir şiir vardır. Ne ki şair, bu kendisindeki farklı yanı bulup ortaya çıkarabilen, dahası bundan şiir üretebilen kişidir. Bunu anlayabilmek derin bir kültür ve duyarlığın birleşmesiyle olabilir ancak. Ortalama eğitim düzeyi üç yıl olan bu ülkede bunca çok şairim diye dolaşan insanın olması ancak kendini ve şiirin ne olduğunu bilmemekle açıklanabilir. Çok başka konularda olduğu gibi şiirde de kendini yeterince bilmeyen bir toplumuz.

Şiirin kimi ortak ilkeleri olsa da bunlar bir şiir yazarını şair yapmaya yetmez. Her şair kendine özgü yeni yöntemler, yollar bulacaktır. Benim başkaları için önerim olamaz, Nasıl şiir yazdığım ise ortada duruyor. Dileyen okur, üstünde düşünür. - T.F. 

Evet, sevgili Turgay Fişekçi'nin kaleminden dökülen bu güzel eleştiride, her okuduğumda farklı şeyler bulmuşumdur. Beni daha iyiyi aramaya itmiş, başucu yazılarımdan birisidir. Yazıda anlatıldığı gibi, bende kendi yolumda, kendi şiir efsanemi yazmak için sürekli okuyor, araştırıyor ve yazmaya çabalıyorum. Ne kadar başarılı olduğumu zaman onaylayacak ya da onaylamayacaktır.

Gerçek olan şu var ki, her kalemi eline alıp, birşeyler karalayanların kendilerine "şair" yaftasını yapıştırmaları, dünya düzleminde Türk şiirine katkı değil yıpratı getirdiği kanısındayım. Zira, okuma düzeyi çok düşük olan ülkemizde, okumadan şiir yazmaya kalkışan, dahası, hiç okumayan şairler olarak kendilerini ortaya atan kişiler, büyük bir erezyonun müsebbibi oluyorlar.

Her şiir, şairinin göz yaşlarıdır...şiiradamı

0 yorum:

Gözyaşlarıma Acıma

   

     Bir sevgiyi yaşamak tüm doyumsuzluğuyla; özlemle, varlığınla. Yaşamak kimsenin bilmediği, yaşamadığı gibi. Benim demek, "SENİ SEVİYORUM!" diyebilmek, ağız dolusuyla. Her an, günün her saniyesinde
   
     Terennümlerle, akan gözyaşlarıyla, kalbinin her çarpışıyla onu sevdiğini hissetmek. Belki yaşam, belki varolmak, belki de ölmek ise, onun sevgisine mazhar olmak, her şeyiyle kabullenmek, sevgili mertebesine ermeyi, şehitlikle, tinsel varoluşlarla özdeşleştirmek.

Gülün kırmızısı kanımdır,
Tırnağındaki parça canımdır.
Senin varlığın varlığımdır
Sensizliktense ölüm, armağanımdır.

Yoksan, doğrularım ölümüm
Doğmasın sensizliğe günüm.
Başlamadan bitti öyküm,
Sensiz yakamozlar koynumda.

Yoksun ya yalnız sandalım,
Boynu bükük bomboş kumsalım.
Yaktım, kalmadı sensiz fotoğraflarım
Ey kader, gücüm olsa seni de yakardım.

     Acı bir kurander oldu, sensizliğin boyutsuz, bomboşluğu bana. Ne olur bana acıma; ben kulunum, tatlı ayinlerde tapanın, acizinim. Göz yaşlarım, göz yaşlarım akmıyor diye neden kızarsın. İçimde göller oluşmuş yaşlarımdan. Sende bunun farkındasın. Sende ağlama, ağlama bu acı ayrılığımıza. Bak, gözyaşını gören güllerimizin boynu büküldü, bülbül sustu, ben silindim yaşamın dizelerinden, bir baş taşına bile yakışmadım.

İçmek istedim senin yokluğuna,
Acizliktir dedin, saklanma içki arkasına.
Metin ol, sahip çık gözyaşlarına.
Bir damla sitemin düşmesin toprağıma.

Ben işte ilk kez sensizim bu akşam.
Bu akşam yalnızlığımı kovdum yanımdan.
Ağlamıyorum bak görüyor musun ordan?
Çiğdemlere nispet gül yapraklarından.

Anla beni,y yanında yer ver ne olur.
Bu dünya sensizliğe kahrolur.
Beni boş ver, yaşamasam, ağlamasam da olur.
Ama sen gitme, gitme ne olur!

Ağlıyorum artık! Ne dersen de bana! Ağlıyorum işte! Çaresiz, ümitsiz, sensiz. Ağlıyorum. Kız bana, nefret et! Ne dersen de, yokluğundan daha ağır değil ya? Ağlıyorum, ağlayacağım. Senin toprağını gözyaşlarımla sulayacağım, orada ikimizin güllerini, göz yaşlarımla, sevgimizle açtıracağım...

<u>Dipnot:</u> bu yazdığım, oldukça eski tarihlere dayanıyor. Çok çok acemi bir kalemden dökülenler. Hiç bir değişiklik yapmadan buraya aktarıyorum. Eskileri karıştırırken karşıma çıkan bazı yazıtlarımdan bir tanesi bu ve "GECESEYYAHI" imzasıyla yazmışım. Eğer okuduktan sonra olumlu/olumsuz yorumlarınızı yazarsanız sevinirim..

şiiradamı

0 yorum:

HINZIR -şiir


HINZIR
herkes gider sen kalırsın
suskunluğumun arkasında
yüzünde çocuksu,
hınzır gülümsemeyle yalnızlığım.
kentin sokaklarını arşınlar bakışlarım,
yağmur taneleri peşi sıra
deli maceraya atılırım.
körkütük sana kesildiğim anlarda,
bir çığlıktır terkedilişlerim,
patlar kulak zarımda.
 irkilerek uyanırım intihar uykularından
 ve karşımda yine sen;
yalnızlığım...
 şiiradamı

0 yorum:

Mektuplu Zamanlar


Mektuplu Zamanlar


Biraz önce bir arkadaşım, duvarında eskilere dair bir yazı paylaşmış. Çok hoşuma gitti ve beni geçmiş zamanın koridorlarında bir yolculuğa çıkardı. Özenti yaptım bende kendi duvarımda kendimce, MEKTUPLU ZAMANLARA dair birşeyler yazayım istedim. Belki, listemdeki bazı arkadaşlara tatlı zamanları hatırlatır diye...

Evet, mektuplu zamanlar vardı. Sevgi, hasret, özlem dolu satırlarla yazılmış mektuplar. Buram buram, sevilen, memleket kokan mektuplar. BÜYÜKLERİN ELLERİNDEN KÜÇÜKLERİN GÖZLERİNDEN diye başlayan, bütün aile efradının halinin hatırının sorulduğu, selamların iletildiği satırlarla (edebi mektup yazma kurallarına inat) başlayan, kimi zaman bir öpücükle, kimi zaman bir damla göz yaşıyla damgalanan, özlemin yakıcılığının, yazılana anlatılması için bir köşesinin yakıldığı mektuplar.

Özenle yazılır, satır aralarına duygular serpiştirilir, güzelce katlanı ve bembeyaz zarfın içine itinayla yerleştirilirdi mektup. Zarfın kapağı hafifçe tükrükle ıslatılır, itinayla kapatılır sonra yapışkan bölümü parmakla bastırılarak iyice yapışması sağlanırdı zira, zarfa konulanlar (duygular, hasretler) giderken dökülmesin istenirdi.

Birde, mektup almanın hazzı vardı ki; bu daha güzeldi. Mahalle postacılarımız vardı hani, hatırlar mısınız bilmiyorum. Bütün mahalle tanırdı o postacıyı, mahalleye belli zamanlarda gelirdi ve bütün mahalle (özellikle mektup bekleyenler) sokağa dökülür onun gözlerine bakardı. Kimisi askerdeki yavuklusundan, kardeşinden, kimisi, gurbetteki akrabasından, sevdiğinden, eşinden, evladından mektup bekler, postacı yolu gözlerdi. Ne kadar mutluydu insanlar o zamanlarda. Sıcacık sevgi yumağıydı hepside. Bu sevgilerde zarflarla yolcu edilir ya da karşılanırdı.

"BANA GÖRE BİR SERAMONİSİ VARDIR MEKTUP AÇMANIN.. ÖYLE AYAKÜSTÜ AÇILMAZ MEKTUP. RAHAT BİR KOLTUĞA OTURMALI İNSAN, YANINA MUTLAKA SICAK ÇAYINI ALMALI..... SONRA ÖZENLE AÇILMALI ZARF." Demiş arkadaşım. Evet, ayrı bir seramoniydi. Kimi zaman bu seramoni öncesi zarf ile zarfın sahibinin ön düeti vardı. Zarf şöyle bir yoklanırdı tebessümle ve koklanırdı. Gönderenin kokusu sinmiştir o zarfa, kağıda, iyice hissedilir, mektubun etkisi arttırılırdı. Zarf itinayla açıldıktan sonra, bir yudum çay, satır satır mektup okunur. Sevinçler, hüzünler basar, kah ağlanır, kah gülünür, kah üzülünülür okurken mektubu...

Mektuplar, HASRET KAVUŞTURANLARDI bir zamanlar. Elektroniğin soğukluğuna inat, sıcacık, dokunulası güzel yüzlü zarflar, sevimli mahalle postacılarının ellerinde kapımıza kadar getirilir. Haydi, herşeye rağmen, bir sevdiğinize bir mnektup yazın. ZİRA BEN ŞU AN ÖYLE YAPIYORUM... BİR SEVDİĞİM YAKIN ZAMANDA MEKTUBUMLA SEVİNECEK..

MEKTUPLARLA PAYLAŞINLAN HASRETLİKLERİN SICAKLIĞINDA YAŞAMLAR DİLİYORUM YENİDEN...şiiradam 31 aralık 2011

1 yorum:

Erkekler, Erkekler, Erkekler

Erkekler Kadınlar

Erkek dünyasında "kadınları anlamak" "kadın gibi olmak" "kadın gibi kırıtmak" "kadın gibi gülmek" "Sen karı mısın lan?! :)" v.s söz öbekleri pek bir dillere pelesenk olmuştur. "ERKEKLİK" kurallarına, etiğine, etimolojisine, jargonuna ters düşen, her kim olursa, bu tür bir yaftayı yer hemen. Çoğu zaman, erkek dünyasında kadına benzetilmek aşağılayıcı bir imge olarak kullanılır. Bence bu, erkeklerin, kadın iç dünyasını çok fazla bilmeyişlerinden kaynaklanmaktadır. Yüzeysel bakış açısıyla irdelenen kadın dünyası, erkeklerin, hoyrat, nobran ve musküler(kaba kas gücüne dayanan) iç dinamikleri yüzünden dahası, kadınları çok iyi tanımanın, erkeklik onurundan ve çizgisinden uzaklaşmak anlamına geleceği için çokta fazla derinlemesine bilinemez/bilinmez...

Erkek dünyası, sürekli mücadelenin, yarışın, kendini gösterme çabasının her daim gündemde olduğu bir dünyadır. Güçler ve güç dengeleri üzerine kuruludur bu dünya. Nazikliğe, nazeninliğe, hoş görüye, zayıflığa yer yoktur. Kadınların tam tersine, olabildiğin kadar nobran, sert olmak zorundasındır, erkek dünyasında. Bu yüzdendir ki, erkekler aleminde çok fazla dalgalanmaya, aşırı değişimlere yer yoktur. Belirli seçimler, seçenekler içine oturtulmuş dengelerin, en ufak sarsıntıya bile tahammülleri yoktur. Kadınların dünyası bir bakıma yap-boz gibidir ya da logo tarzı bir yapı vardır. Stabil(kalıcı) olan şey azdır. Değişimin varlığı sanki kadına, yaşamın canlı yüzünü, makyajlı yüzünü gösterir. Bu yüzdendir ki, kadınlar sürekli bir değişim içinde tutarlar kendilerini. Erkeklerse sağlam temeller üzerine kurulmuş bir sistem yaratırlar ki, onları buna hayat zorlar. Yaşam süreğenliğinin temel kolonudur erkekler.

Erkekler "Kadınları anlayamamaktan", kadınlarsa "Erkekleri anlayamamaktan" yakınır dururlar yıllar yılı. Çok basit şeyleri abartmak insanoğlunun en çok yaptığı şeydir. Kadın-Erkek arasındaki ilişkiyi abartıp, derin uçurumlar açmakta en büyük maharetlerinden birisidir kuşkusuz. John Gray'in "Erkekler Marstan Kadınlar Venüsten"  isimli kitabı aslında bu bağlamda çok güzel ve yol gösterici noktasında okunabilir. Sevgili Gülden Şen'in çevirisiyle zevkle okunabilecek bir kitap bence... E-Kitap olarak indirmek isterseniz "Erkekler Marstan Kadınlar Venüsten" tıklayabilir, bilgisayarınızda hemen okumaya başlayabilirsiniz.

Aslında anlayamamak, anlaşılmamak diye bir sorun yok ortada; sadece insanlar, birbirlerine karşı hep kendi yargılarıyla yaklaşıyorlar. Doğal olarak bu yargılar belirli kalıplar içeriyor, kendi yargısıyla karşısındakine yaklaşan kişide, onu kendi kalıplarına sokma eylemine girişiyor. Karşınızdaki kişinin, yıllar yılı kendi kalıpları varken, onu sizin istediğiniz kalıplara sokmaya kalkmanız doğal olarak tepkiye yol açacaktır. İşte, erkeklerin özellikle en çok imtina gösterdiği şey, yukarda da belirttiğim gibi, stabil(kalıcı) şeylerinden birisi, yaşam ve kişilik kalıplarıdır. Asla böyle bir "değişime" zorlanmayı kabul etmeyeceklerdir. Erkeklerin kadınları değiştirme, kendi kalıplarına sokma çabasının kaynağı da aslında kadınların kendilerinden kaynaklanmaktadır. İlişkinin başında, kendisini kıskanan, giyimine, kuşamına, makyajına, yürümesine, konuşmasına ve daha bir çok şeyine karışan erkeği, yanlış değerlendirirler. Aslında bu erkeğin, kadını sahiplenme sürecidir, kadınlarınsa bu sahiplenmeyi aşk getirisi gibi değerlendirmesidir ki, en büyük hatadır. Erkeğin sahiplenmesi biraz "mallaştırmak" "kendi hayalindeki kalıbı yaratmak" yönündedir. Bu da, kadının kişilik yapısına doğrudan müdahaledir. İlişki başında sempatik karşılanan bu durum, ilerleyen evrelerde doğal olarak çileye dönüşür ve kadın "erkeklerin anlaşılmazlığından" dem vurmaya başlar. Oysa, en baştan ortak paydalar bulunup, anlaşılsa hiç bunlar ortaya çıkmayacaktır.

KADINLAR ŞUNU UNUTMAMALIDIR; ŞİKAYET ETTİĞİNİZ ERKEĞİ DE YETİŞTİREN BİR KADINDIR.....

Burada küçük bir es verelim ve bir fıkrayla olayın espirütüel yanına şahit olalım...:

Erkekler ve Kadınlar 
Yeryüzündeki herkes ölür ve Tanrı'nın huzuruna çıkarlar... Tanrı der ki: "Erkekler 2 sıra olsun; bir sırada karıları tarafından yönetilen erkekler, diğer sırada karılarını yöneten erkekler. Ayrıca bütün kadınları cennete aldım; onlar meleklerle birlikte gidecekler şimdi.." Böylece kadınlar gittikten sonra Tanrı erkeklerin karşısına geçer. Bir bakar ki karıları tarafindan yönetilen erkeklerin sırası 100 km.'den uzun; ama karılarını yöneten erkeklerin sırasında sadece bir adam duruyor. Tanrı diğer sıradakilere çok kızar: "Kendinizden utanın!! Sizi bu dünyada güç ve idarenin temsilcisi olarak yarattım ve şuraya bakın, hepiniz güçsüz karaktersiz 100 km.lik bir sürü olmuşsunuz. Bakın bir tek erkek kulum şu yan sırada tek başına gururla dikiliyor. Ondan ders alın! Oğlum, sen anlat bunlara, sen ne yaptın da "karılarını yöneten erkekler" sırasında bir tek sen oldun?" Ve adam cevap verir: - "Bilmem... karım bana burda durmamı söyledi"  

:) Hayatta hoş şeylerde olmuyor değil hani?....

Erkekleri irdeleme yönünde bu yazıyı ilk bölüm olarak burada noktalıyorum. Devamı gelecek... :) şiiradamı

Not: Lisans bilgileri;
Creative Commons Lisansı
Erkekler, Erkekler, Erkekler by Erkekler, Erkekler, Erkekler is licensed under a Creative Commons Attribution-Gayriticari-NoDerivs 3.0 Unported License. (yazıyı kaynak göstererek, değişiklik yapmadan kopyalamak/paylaşmak serbesttir. Kesinlikle ticari mecrada kullanımı yasaktır ve yasalarla koruma altındadır.)
Linkteki çalışma baz alınarak yapılmıştır siiradami.blogspot.com.
Bu lisansın kapsamı dışındaki izinler http://siiradami.blogspot.com/2012/01/erkekler-erkekler-erkekler.html adresinde mevcut olabilir.

0 yorum:

PuCCa Denilen çatlak...

PuCCa :)


Kısa bir süre önce duydum adını. Eski bir arkadaşım farketmiş ya da keşfetmiş diyeyim. Yaşanmışlıklarını, saçmalıklarla yazıya döküp, birşeyler ortaya koyduğu düşüncesine kapılan hödüğün teki. Hele ki, onun yazdıklarını "şak şaklayan" şaklabanlara ne demeli? Birde tutun siz bu dengesizi ulusal bir gazetede köşe yazarı yapın. PuCCa denilen insansının kafatasında beyin yerine bir parça et taşıdığını biliyoruz, peki onu ulusal bir gazeteye taşıyan kafalar beyin yerine ne taşıyor?

Ülke gündemi böylesine yangın yeriyken, kendi yaşanmışlıklarının, dilin en ağır küfürleriyle donatarak yazan, sonrada kendini fasulye gibi nimetten sayan bu insansı hangi düşünceye hizmet ediyor acaba?

Şimdi düşünelim; sosyal hayatımızın orta yerine bomba gibi düşen bilgisayar ve internet çılgınlığı; insanlarımızın kişilik profilini devamında müthiş bir yaşam erozyonunu beraberinde getirdi. Bundan muzdarip olmayan sanıyorum çok az çıkar. Benimse en çok ızdırap çektiğim nokta; dilimizin hoyratça katledilmesi. Bunların bütününü toparladığınız zaman karşınıza çıkar vehamet taplosu aslında büyük bir şaşkınlık yaratması lazım. Sorun burada başlıyor; şaşkınlık yaratması yerine hayranlık oluşuyor. İnsanlar yarattıkları hilkat garibesine, hayran gözlerle bakıyorlar. İncelik, zerafet, asalet yerini, laçkalığa, yobazlığa, hoyratlığa ve hayvanlığa terketti...

Basın dünyası dişe dokunur hiç bir şeye el atmıyor artık. Nerede salla pati konuları, insanlar varsa oradalar. Gazeteler, ya içi geçmiş insanların yazdığı, kokuşmuş yemek tarzı yazılarla dolu, ya da; insanların vahşi ruh hallerini ortaya seren, kavga gürültü, kan, vahşet, cinayet v.s. olaylarla dolu. Televizyonları söylemeye bile gerek yok; gündüz kuşakları, yaratıcılığı bok çukuruna düşmüş yapımcıların ortaya koyduğu sululuğun hat safhada olduğu programcıklarla dolu. Akşam kuşağı ise; ahırdan boşanmış öküzler misali, eline kalemi alanın karaladığı, ya da biryerlerden bir şekilde uyarlanan, özününde içine edilen konuları içeren dizilerle geçiştiriliyor. Arada verilen haberlerse tam şarlatanlık örneği.



PuCCa bunun neresinde?

Ona benzer başka yazarlar yok mu? Elbette var. Mesela; Ayşe Yılmazel... Ne duyarlılık, ne sağduyu, ne mesaj kaygısı, ne kültür algısı... Boş yaşamların, boş kafalı insansıları. Allahınızı severseniz, siz tüketme dinazorları ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Çekilin gidin, cehennem olun artık ya!... Sizin, salya sümük, sulu sepken boş yaşantılarınızı konu alan yazılardan daha önemli şeyleri okumak istiyoruz. Lanet olası o kalemleri nerenizle tutupta o iğrenç yazıları üretiyorsunuz.

Özünde kendine saygısı olmayan birisinin, genelde topluma asla saygısı olmaz... Saygısızlığıda böylesine erişilmez bir özellik gibi görmekse nedir, onuda siz düşünün....

şiiradamı. Ocak 2011

0 yorum: